Kanımca, kavramsal çerçeve metinleri, yapılacak sergiye, düşünsel kökünü ve bağlantılarını veren temeli ve çatısıdır. Bireysel ya da grup sergisi fark etmeksizin her sergi, davet eden sanatçı ya da küratörün araştırma alanıdır. Bu alanı betimleyen de kavramsal çerçevedir. Bir metinle başlamamış, bir temele oturtulmamış bir sergi estetik görünebilir ama bütünlüğü ve amacı yoktur. Eserlerin aynı ortamda yan yana asılmasından ya da etrafa serpiştirilmesinden ibarettir.
In my opinion, conceptual frameworks are both, the foundation and the roof of exhibitions which give them an intellectual basis and connections. Either individual or group, every exhibition is a research area of a convening artist or curator. Conceptual framework is the starting point that describes this area. Without it, the exhibition is nothing more than works hung next to each other or scattered around in the same environment. It may look aesthetic but lacks unity and purpose.
FLY INWARDS FLY HOMEWARDS (İÇE DOĞRU EVE DOĞRU UÇ)
Serginin küratoryal yaklaşımı, “benim evim neresi?” sorusu üzerine düşünen ve bu sergide bir araya gelen sanatçıların içe dönüşlerini kutlar. Bu yaklaşım, eve giden gerçek veya psikolojik yolları, yeni bir yaşam deneyimi için karar verme süreçlerini ve bu yolculuğu besleyen yol arkadaşlıklarını keşfetmeye yönelik bir davettir.
Yaşadığımız çağa, insanların ev edindiği yeni coğrafyalarda karşılaştıkları zorluklar ve farklı yer değiştirme biçimleri damgasını vuruyor. Bazı yolculuklar krizlerle başlıyor, bazıları ise bireyin bilinçli arayışıyla.
Serginin küratoryal araştırması, siyasi çatışma teorilerinden ziyade insan unsuruna odaklanır. Potansiyel kriz durumlarının şiirsel temsiliyle ilgilenir. Özgürlük duygusunun ve yeni bir yerde daha iyi bir yaşam umudunun görsel ifadelerini irdeler.
Sergi aynı zamanda kişisel ve kültürel ihtiyaçları, olası topluluk desteğinin dinamiklerini ve eve dönüş yolculuğuna katkıda bulunan diğer faktörleri dahil etmeyi amaçlar.
(ENG.)
The curatorial approach of the exhibition celebrates the inward turning of the convened artists to reflect on where home is for them today. This approach is an invitation to explore the actual or psychological paths that lead homeward, the decision-making process for a new living experience, and the companionship that fosters this journey.
Our contemporary age is marked by different modes of changing places and challenges in new geographies where people make their home. Some journeys are initiated by crises, others by the deliberate search of the individual.
The curatorial enquiry of the exhibition is interested in the poetic representation of situations of potential crisis, focusing on the human element rather than political theories of conflict. It explores the visual representation of the sense of freedom and the hope for a better life in a new place.
The exhibition also seeks to visually articulate personal and cultural needs and the dynamics of possible community support, and any other factors that contribute to the journey home or homeward.
Keywords of this theme are learning to fly, the sense of liberty, the roads to go, the voyager, the migrant, being at home, being abroad, and companionship.
The sensations that the exhibition put light on are the basic human sensibilities such as hope, desire, curiosity, concern, pain, and solidarity which remain the same regardless of time or geography.
İMGE: MEKAN:İNSAN: YAZGI KARDEŞLİĞİ
İmge.Mekan.İnsan: Yazgı Kardeşliği; insan ve insan ürünü mekanlar ve sanatsal yaratımlar arasında gelişen, görünen ve görünmeyen bağlardan yola çıkıyor ve bu üçlüyü birbirlerinin varlığını etkileyen, ortak bir yazgıyı paylaşan “kardeşler” olarak ele alıyor.
Sergi; eski ile yeninin, korunan ile geriye kalanın buluşmasının yollarını, yazılmamış geçmişlerin izlerini, güncel ve yeni imgelerde ortaya çıkan sanatsal yanıtları araştırıyor.
Sergi mekanı olan 18. yüzyıl Osmanlı tersane ve tekne yapım merkezi Bodrum Osmanlı Tersanesi’nin tarihi dokusu ve bugün yaydığı duygu ile tersane arazisi içinde bulunan kuleden dönüştürülmüş sanat galerisinin eklektik yapısı serginin odak noktalarından bir diğerini oluşturuyor.
Mekan ve yapıtlar arasında, birbirine yanıt veren biçimde ilişkiler kuran sergi, yarışma ve sınıflandırma mantığından uzak, kapsayıcı bir sergileme modeli izliyor.
İmge.Mekan.İnsan: Yazgı Kardeşliği şu önermeden ilerliyor: İnsanı bir imgeye tutunduran bazen bir hayal bazen bir anı bazen bir yer bazen açığa çıkarılmak istenen bir bilgidir. Ne mekan ne insan ne de imgeler akıp geçen zamanda aynı kalmaz, hepsi değişir. Mekanların kaderi insana bağlı gibi görünür. Oysa her yapı; geçmişi, değerleri ve yansımalarıyla insan topluluklarının yaşamını etkiler.
Başka bir paradigmada, yarış gibi görünen şey burada rekabetsiz bir ortaklığa, bir yazgı kardeşliğine dönüşür.
Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinde Marcel Proust der ki: “Bir imgenin belleğimizde yer eden anısı geçmişte yaşanmış belli bir anın pişmanlığından başka bir şey değildir. Ve evler, yollar, meydanlar kaçar giderler. Heyhat! Yıllar gibi.”
Biz diyoruz ki:
İmgeler değişir… Mekanlar değişir… İçinde yaşayan insanlar değişir… Kurdukları hayaller ve belleklerinde biriktirdikleri değişir… Ama birbirlerine görünmez bağlarla bağlanmaları değişmez. Bu bağları keşfetmenin yolu yapıtları bulundukları ortamla bir arada düşünmek ve kendi anlam dünyamız içinde değerlendirmektir.
(Text ın ENGLISH)
Image.Space.Human: Sisterhood of Destiny
Image.Space.Human: Sisterhood of Destiny starts from the visible and invisible bonds among humans and human-made spaces and images, and considers this trio as “sisters” who affect each other’s existence and share a common destiny.
The exhibition explores the ways in which the old and the new, the preserved and the remaining meet, as well as traces of unwritten histories and artistic responses emerging in contemporary and new images.
The historical texture of the 18th century Ottoman shipyard and boatbuilding centre, Bodrum Ottoman Shipyard, which is the exhibition venue, and the eclectic construction of the art gallery, which is located in the shipyard land, is another focal point of the exhibition.
The exhibition which creates responding associations between the space and the artworks follows a non-competitive, inclusive exhibition structure, away from the logic of competition and classification.
Image.Space.Human: Sisterhood of Destiny follows this proposition: What engages a person to an image is sometimes a dream, a memory, a place and in other times a piece of knowledge wanted to be revealed. Neither the space nor people nor images stay the same in the passing time, they all change. The destiny of spaces seems dependent on humans. Nevertheless, every construction affects lives of the human communities with its past, values and reflections.
What seems like a competition in another paradigm, turns here into a non-competitive partnership, a sisterhood of destiny.
In Search of Lost Time, Marcel Proust states: “The memory of a certain image is but regret for a certain moment; and houses, roads, avenues are as fleeting, alas, as the years.”
We say:
Images change… Spaces change… People living in them change… Their dreams and what they preserve in their memory change… But the fact they are all tied to each other with visible and invisible bounds remains. The way to discover these bonds is to think the works within the context of where they are presented, and to assess them within our own world of semantics.
İpek Çankaya
Bodrum Atölye Buluşmaları (BAB) 2023
Misafir
Bodrum Atölye Buluşmaları (BAB) 19 – 25 Haziran 2023 tarihleri arasında sanatseverleri Bodrum’da bulunan sanatçı atölyelerine misafir olmaya davet ediyor. Art Melek Bodrum yürütücülüğünde bu yıl üçüncüsü gerçekleşen etkinliğe paralel olarak gerçekleşen bu sergi BAB’a katılan sanatçıların üretimlerine dair sembolik örnekler sunuyor. İzleyiciyi, atölyelerde detaylı olarak görülebilecekleri sanatsal yaklaşımlara ve çeşitliliğe hazırlıyor.
1964’te Lucas Samaras aynı zamanda atölyesi olan yatak odasının tüm içeriğiyle New York Doğu 57. Sokak’ta bulanan Green Gallery’ye taşıyarak atölyesini bir sanat eseri olarak sergiledi. Böylece, sanatını ürettiği mekanı bir sergi mekanıyla iç içe geçirmiş oldu ve yalnızca neyin sanat olduğu konusunda süren, değişen, dönüşen insanlık tarihi kadar eski fikir çarpışmalarına katkıda bulunmadı aynı zamanda pek çok kişinin hiçbir zaman göremeyeceği bir arka planı, kendi özelinde sanatçının yaşama ve üretme dinamiklerini, iç dünyasına dair ipuçlarını belli bir süreliğine de olsa kitleler için görünür kıldı. Samaras bu tartışma alanını büyüten ne ilk sanatçıydı ne sondu ama atölye mekanını sergi mekanıyla bire bir öpüştüren ilk çağdaş sanatçı oldu.
Bir sanatçıyı izlemenin yollarından biri sergilerini, hakkında çıkan yayınları takip etmek ise bir diğeri de üretim yaptığı mekana misafir olmaktır. Bu iki yol arasındaki en temel fark ilkinin nesnesinin kamuya açık diğerinin özel alan niteliği taşımasıdır.
Sanatçı atölyesi, öznel bir alana karşılık gelen bir üretim mekanıdır. Atölye, eserleri, sanatçının yaşam biçimini, çalışma koşullarını, bir kısım alışkanlıklarını, ilgilerini, önceliklerini ya da ötelediklerini de görünür kılar. Sergi mekanı rutininde olmayan, atölyede mevcuttur: Sanatçının kendisi.
Bir atölyeye misafir olmak samimiyet taşır, yeni tanışıklıklar doğurur, eskilerini pekiştirir. İnsani ölçektedir. Çift yönlü bir ilişkiyi ve karşılıklı saygıyı getirir. Kendi başına bir ikramdır. Sohbeti olmazsa olmazıdır. Sanatçının ev sahibi sanatseverin misafir olduğu bir merak yolculuğunun soluklanma ve esin durağıdır. BAB izleyiciye bu misafirliği vadediyor.
Midtown Eksibir’de bir araya gelen sergi, sanatçı ve izleyici arasında ihtiyaç duyulan değerli bir kamusal işlevi gerçekleştiriyor. Toplumsal kullanıma sunulan tüm müzeler, galeriler, sokak ya da basılı ve görsel medya kanalları gibi bir edebi kamuyla sanat nesnesini buluşturuyor.
BAB sergisi misafirliği katmanlandırıyor. Atölyelerinde ev sahibi olan sanatçılar bu rolü Midtown Plaza’ya devrediyor ve sanatseverlerin safına katılıyorlar. Bu iç içe geçişlilik misafirliğe yeni bir boyut ekliyor.
Serginin amacı misafir temasıyla üretilen işler göstermek değil. Amaç, izleyiciye farklı doğa, ölçek, deneyim ve anlayışları temsil eden sanat atölyelerine ait görsel ipuçları vermek, atölyelerin kapsamını göstermek, ilerleyen günlerde misafir olacakları sanatçılar hakkında bir mini bir kaynak oluşturmak.
Misafir’in tüm paydaşlar arasındaki iletişimin, merakın ve yakınsamanın artmasına ve ileriye yönelik yeni bağlar kurulmasına vesile olması dileğiyle…
Dr. İpek Çankaya
Karşılaştırmalı Kültür Araştırmacısı, Küratör, Halka Sanat Projesi Kurucu Direktörü
Dünyaya Orman Denİr / The Word for World is Forest, 2023
Çok yıllı bir açık hava sanat etkinliği olan Seeds of Art (Sanat Tohumları)’nın ilk yıl sergisi “Dünyaya Orman Denir” başlığını taşıyor.
Sergi başlığı Ursula K. Le Guin’in aynı adlı romanından ilham almıştır. Doğayı bir metafor olarak kullanan roman, teknolojik açıdan gelişen insan ırkının dünyayı bir beton yığınına dönüştürdükten, hayvan ve bitki türlerini yok ettikten sonra kolonileştirdiği başka bir gezegende yaşanan bir direniş öyküsünü anlatır.
Buradan hareketle “Dünyaya Orman Denir” sergisi günümüzde, dünyanın insan eliyle bozulmasının son derece hızlanmış olduğu gerçeğine yadsınamaz bir olgu olarak yaklaşıyor.
Sergi, çevre felaketleri, su, enerji, küresel iklim ve gıda krizleri, kentsel adalet meseleleri, nesli tükenen canlılar gibi derin sorunlarla kendisini belli eden bu bozulma karşısında odağına doğayı koyuyor.
Öz kaynaklarını uyumla kullanarak kendisini gerçekleştiren bir canlı, kendine yeterli bir sistem ve tüm canlılar için besleyici, koruyucu ve kapsayıcı örnek bir model olan ormanı sanatsal ifadelerle irdeleyip ilişki kurmanın yollarını araştırıyor.
Proje, kendi mütevazi ölçeğinde, küresel yaşam krizlerine ve sistematik sorunlara karşı oluşan bilinç ve dayanışmaya katılıyor.
1960’larda gelişen ve farklı coğrafyalarda giderek yaygınlaşan arazi sanatı, toprak sanatı, çevre sanatı, yeryüzü sanatı gibi yaklaşımların gittiği yolu izleyen “Dünyaya Orman Denir”, var olanı korumak ve farklı yöntemlerle yeni yaşam tohumları atmaya devam etmek için doğa temelli bir üretim pratiğini benimsiyor.
Doğayı, insan gerçeğine en uyumlu habitat ve özgürlük alanı olarak tanımlayan “Dünyaya Orman Denir”, sergi kapsamında doğaya yapılacak müdahalelerin, bu habitata dikkat çekmesini ve insanın doğayla kurduğu ilişki üzerine düşünmesini hedefliyor.
Üretim pratiğini oluştururken ormanın kaynaklarına, çeşitliliğine, gücüne, yaşam döngüsüne ve kapsayıcılığına referans veren işlerin üretimini destekliyor. Eserlerin çevreye dost ve iyileştirici müdahalelerle üretilmesinin, kullanılan malzeme ve formların doğadan esinlenmesinin ve doğaya karışabilmesinin yollarını araştırıyor.
Bir açık hava sanat pratiği olarak, geleneksel galeri mekanına ve müze pratiğine dayalı sergi yapma biçimlerini sorgulayan alternatif arayışı da temsil ediyor.
Arazi sanatını, performatif eylemlere, zamanın ve doğa şartlarının eser üzerinde oluşturacağı etkilere de açan “Dünyaya Orman Denir” bir yandan da açık hava heykel kalıplarını sorgulayan ve yeniden değerlendiren tartışmalara bir yeni pencere açıyor.
“Dünyaya Orman Denir”, Barbaros Farm’ın çiftlik arazisinde gerçekleştirdiği uzun soluklu ilk sanat projesi olan Seeds of Art’ın birinci sergisi ve Halka Sanat Projesi’nin Bodrum’da işbirliği yaptığı ilk sergi olma özelliği taşıyor.
“Dünyaya Orman Denir” Sergi Grubu: İpek Çankaya (Kavramsal Çerçeve, Sergi Metinleri ve Eş-Küratör), Tao Ulusoy (Sanatçı ve Eş-Küratör), Lale Altunel (Sanatçı), Bağdagül Demirtürk (Sanatçı), Doğu Çankaya (Sanatçı), Pelin Naz Keskin (Fotoğraf ve Görsel İletişim – Barbaros Farm), Bahar Güneş (Medya İletişimi – Halka Sanat Projesi)
“Dünyaya Orman Denir” Ev Sahipleri: (Kezban Alacık (Permakültür Tasarımcısı – Barbaros Farm Operasyon Sorumlusu), Kerem Yılmaz – Barbaros Farm Kurucusu)
SEEDS OF ART, 2023
Seeds of Art, ismi ve proje içeriği İpek Çankaya tarafından 2023'te geliştirilmiş, çok-yıllı bir açık hava sanat etkinliğidir.
Başlığının ilhamını doğadan alan projenin mekânı, Bodrum Çamarası’nda bulunan bir çiftliktir. Proje, çiftlik arazisine yerleştirilen sanat yapıtlarını doğaya atılmış sanat tohumları olarak kabul eder.
Projenin amacı, arazi içinde bulunan çam ormanına doğada sergilenmek üzere gerçekleştirilen üretimlerin uzun soluklu biçimde izleyicilerle buluşmasını sağlamak, anıtsal heykel kalıplarının dışında işlere, yerleştirmelere alan açmak, doğadan ilham alan ve doğaya dost sanatsal pratikler geliştirmektir.
Seeds of Art etkinlik dizisi yılda bir kere gerçekleşir. Etkinlik kutlaması tek gün olsa da üretilen eserler doğa şartları ve işletme sahipleri izin verdiği sürece arazide kalır. Eser üretim süreçleri haftalar öncesinde başlar gerek atölyelerde gerek arazide çalışılarak tamamlanır.
Seeds of Art, her yıl belirlenecek yeni bir başlık altında çalışmak üzere görsel sanatçıları davet etmek üzere tasarlanmıştır.
Projenin küratoryal perspektifi sanatı yaşamın ve üretimin doğal bir parçası olarak kabul eder. Buna göre, doğayla uyumlu malzeme ve teknikler kullanan üretimler desteklenir.
BODRUM CUP 2022 Grup Sergİsİ
Mavi Rotada
Mavi Rotada, The Bodrum Cup 2022 çerçevesinde 13 – 23 Ekim 2022 tarihleri arasında gerçekleştirilen ve Art Melek tarafından organize edilen bir grup sergisidir.
Serginin başlığı adını vermeden Bodrum’u çağrıştıran iki kavramdan doğar. Bulunduğumuz coğrafyada, Mavi nasıl hemen denizi (ve bir çokları için muhtemelen Bodrum’u) akla getiriyorsa Rota da deniz yoluna ve yolculuğa gönderme yapar.
Sergi aynı zamanda farklı bireysel ve kolektif yolların kesiştiği nokta ve mavi bir rotada gerçekleşen bazı sanatsal üretimlerin buluşma anıdır.
On the Blue Track
Organized by Art Melek, On the Blue Track is a group exhibition held between 13 – 23 October 2022 within the framework of The Bodrum Cup 2022.
The exhibition title is generated from two concepts that refer to Bodrum without giving its name. In the geography we live, Blue immediately reminds of the sea (and most probably of Bodrum for many), Track refers to sea road and journey.
The exhibition is also an intersection point for diverse individual and collective paths, and a meeting point for some artistic expressions that take place on a blue track.
İpek Çankaya
Collaborating Artist / Curator
Boğazİçİ Ünİversİtesİ Mezunlar Derneğİ Sergİsİ, 2022
Abstract: Situations | Dreams: Resilience in Times of Incongruity exhibition aims to give moderate support to the new generation of Boğaziçi University students in their pursuit of dreams. Initiated by the Boğaziçi University Alumni Association (BUMED) and hosted by The Marmara Pera Hotels, the exhibition brings together the invited visual artists’ works in various mediums to support the purpose of helping to create resources for the increasing scholarship applications.
Haller | Hayaller:
Uyumsuz Zamanlarda Dirençlilik
Haller | Hayaller: Uyumsuz Zamanlarda Dirençlilik sergisi, yeni nesil Boğaziçililere düşlerine giden yolda sembolik bir destek vermek amacı taşıyor. Giderek artan burs başvurularına kaynak yaratmak için Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED) tarafından hayata geçirilen sergiye The Marmara Pera ev sahipliği yapıyor. Sergi, davetli görsel sanatçıların farklı mecralardaki yapıtlarını destek için bir araya getiriyor.
SUNUŞ
Haller | Hayaller: Uyumsuz Zamanlarda Dirençlilik, başlığında geçen kavramları irdeleyen bir sergi değil. Bu başlık daha çok bir durum saptamasını ve bir amacı işaret ediyor. Bununla beraber bu davete yanıt veren sanatçıların sergi için verdikleri işler illaki bir hali anlatıyor ya da bir hayali yaratıyor çünkü sanat bunu yapar.
Ne zaman ki yaşanan ile düşlenen arasında bir uyumsuzluk olur bunu görmenin ve göstermenin en keskin yollarından biri sanata bakmaktır çünkü sanat kendi dili ve yoluyla dünyayı ve insanlık hallerini anlatır; yeni sorular sorar, yeni düşler kurar, kurdurur.
İleriki bir tarihten bugüne dönüp bakıldığında yaşadığımız zamanlar, ortak insanlık değerlerinin yanı sıra mücadeleleri ve sıkıntılarıyla da hatırlanacak şüphesiz. Ekolojiden sağlığa, eğitimden yaşam hakkına uzanan pek çok alanda baş gösteren küresel ve yerel sorunlar günümüze damgasını vuruyor.
Bunun yanında hemen her bir soruna karşılık geliştirilen, paylaşma ve dayanışma duygusunu büyüten irili ufaklı topluluk hareketleri, sosyal ve sanatsal girişimler ortaya çıkıyor. En büyüğünden en küçüğüne bu hareketleri mümkün kılan pek çok dışsal nedenin yanı sıra kuşkusuz insani nitelikler var. Bunların arasında insanın dirençli doğası ön saflarda yer alıyor.
Dirençlilik; inanç, sabır, cesaret ve bilgelikten parçalar taşır. Dirençli olmak sadece yaşamın sürmesini sağlamaz. Aynı zamanda yeri geldiğinde korumayı, kollamayı, destek almayı ve vermeyi, birlikte gelişmeyi ve geliştirmeyi de mümkün kılar.
Yaşanan gerçeklerle düşlenen hayat arasındaki farkın doğalmış gibi kanıksanmasına karşı çıkmak, paylaşımı, dayanışmayı çoğaltmak ve gençleri desteklemek için Haller | Hayaller: Uyumsuz Zamanlarda Dirençlilik sergisi de sanata başvuruyor. Sanatsal ifadenin ve katılan sanatçıların desteğiyle dayanışma duygusunu besleyen bir girişim olarak izleyicisini düşünmeye, anlamaya ve paylaşmaya davet ediyor.
İpek Çankaya
Karşılaştırmalı Kültürel Araştırmacı, Küratör, Halka Sanat Projesi Direktörü
RÜZGARDA AKAN ATLAR
Ya da
YUVADAN UÇMAK
Rüzgarda Akan Atlar (Horses Fluent in the Wind) Sylvia Plath’ın Gözdeki Zerre (Eye-Mote) adlı şiirinden bir alıntıdır. Rüzgarı ve atı yan yana düşününce gücü, hızı, dizginlerden kurtulmayı ve yeni ihtimalleri kucaklamayı zihne üşüştüren bu tanım içindeki şiirsel dokunuşla daha duyarlı hale gelir. Neden koşan değil de akan atlar? Oxford Sözlükleri şiirin orijinalinde geçen fluent sözcüğünü “yumuşacık bir zarafetle ve çaba göstermeden, kendiliğinden” anlamına gelen “smoothly graceful and efforless” biçiminde açıklar. O yüzden atların bu edimlerini çabasız ve zarif bir biçimde rüzgarla eş bir akış şeklinde tanımlamak bu duruma belli bir özgünlük ve doğallık yükler.
Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak, halka sanat projesi’ne sekiz yıl yuva olmuş bir mekana veda ederken onu kutlama sergisidir. Yuvadan uçmak deyimi büyüyüp aile ocağından ayrılmak anlamına gelir. Bu deyim bir yanıyla, korunaklı bir mekanı ve içindekileri geride bırakmayı bir yanıyla da kendi ayakları üzerinde durarak yeni ilişkiler kurmayı ve eskileri yeniden tanımlamayı ifade eder.
Yuvadan uçmak romantik bir ifade olduğu için hüzünlü bir yanı bulunduğunu kabul etmek gerekir. Ancak içinde taşıdığı umut, gelişim ve başarı daha büyüktür. Uçmak için uçabilme yetisine sahip olmak, bu eylemi gerçekleştirecek kadar cesur olmak, içgüdülerini dinlemeyi bilmek, yeni ufukların getireceği bilinmezler kadar, kişiyi kendisi yapan özelliklere, öz gücüne odaklanmak demektir. Ayrıca, evi yuva yapan insan topluluğuna ve aile bağına bir gönderme yapar çünkü yuvadan uçsa bile istemedikçe ailesi kişinin yaşamından çıkmaz. İçinde yaşadığımız zamana “seçili aile” olgusu damga vurmaktadır. Bu olgu, kan bağı yerine bizi bir araya getiren dayanışma, ortak amaç ve ilgilerde buluşma ve sevgi gibi mekana bağlı olmayan buluşmalarla kendini gösterir.
halka sanat projesi dokuz sene içinde biri altı ay, biri üç diğeri sekiz yıl süren üç mekan değiştirdi. Ediniliş sırasına göre bu mekanlardan ikincisi, şu an içinde bulunduğumuz tarihi Kadıköy evi en uzun soluklu yuvamız oldu. Etkinliklerimizin yoğunluğu ve odağı açısından merkez olarak tanımlanabilecek olan bu yuvadan uçma zamanı geldi. Bu veda sonuçta mekana bir veda, fikirlerimize, projelerimize, ya da içsel bağımıza bir veda değil elbette; tıpkı farklı nedenlerle yuvadan uçan bir gencin yaşam biçimine ya da aile bağlarına vedası anlamına gelmeyeceği gibi.
Hiçbirimiz, mekana veda etmek ve burada geçirdiğimiz sekiz yılı kutlamak için bir sergi yapmaktan daha güzel bir yol bilmiyoruz. Yuvadan uçmak teması bize sekiz yıl yuva olmuş bu mekanı arkamızda bırakırken onunla geçirdiğimiz zamana, ürettiğimiz işlere ve dokunduğumuz kişilere teşekkür ifadesi olarak ortaya çıktı.
Evet, bu sergi bir kutlamadır. Ancak elbette her kavram gibi bu kavram da farklı biçimlerde ele alınabilir. Çünkü bir serginin sorduğu sorular ve bunlara yanıt veren işler sergileri gerçekleştiren küratörlerin yorumlarına bağlıdır. Bu yüzden sekiz yıl içinde halka sanat projesi ile sergi yapmış sanatçılar içinden, yuvadan uçma kavramının farklı çağrışımlarını yorumlayan işleri ve işlerinde bu kavrama yanıt veren sanatçıları içeren bir seçki belirleyip hayata geçirmeleri için halka ailesinden iki genç küratör Bahar Güneş ve Öykü Demirci bir kez daha davet edilmişlerdir. Yuvadan uçmak bize ne ifade ediyor, bu duruma nasıl tepki veriyoruz ya da nasıl başa çıkıyoruz (ya da çıkamıyoruz) gibi temanın düşündürdüğü sorular ve daha niceleri onların ellerinde şekillenecektir.
Bugünden başlayarak sergiyi başlatmak için önümüzde iki aydan az süre olduğunu göz önüne alınca süreç yönetimi anlamında da bu sergi, sanat yönetimi becerileriyle küratoryal bilginin zamana karşı yarışında yeni bir kolektif deneyim olarak karşımıza çıkmaktadır. Belki de sırf bu yüzden bile adının hakkını verir. Rüzgarımız akacak kadar bol ve hepimizi besleyecek kadar bereketli olsun!
HORSES FLUENT IN THE WIND
or
FLYING FROM THE NEST
Horses Fluent in the Wind is a quotation from Sylvia Plath’s poem Eye-Mote. As an image, the unity of the wind and the horse primarily reminds us two notions: strength and speed, as well as in a more abstract level it recalls embracing new possibilities and gotten rid of reins. In addition to that, the description becomes more sensitive with the poetic touch it embraces. Why to say “fluent” instead of running horses? Oxford Dictionaries defines fluent as “smoothly graceful and effortless”. Therefore, describing the nature of the horses’ run as graceful and effortless embodies a certain sense of spontaneity and authenticity in the action.
Horses Flent in the Wind or Flying from the Nest is an exhibition celebrating a space that has been home for halka sanat projesi for eight years. To fly from the nest is an idiom that means to grow up to leave the family household. On one side, it refers to leaving a protected place and community behind, on the other to start to standing on one’s feet to build the new and redefine the old ones.
Flying from the nest is a romantic expression. In that sense it involves a certain tone of sadness; yet the hope, evolution and success it carries is much larger. To be able to fly one needs to have the ability to fly, the courage to take this action and to listen to one’s inner voice. It also requires focusing in one’s own strength, the group of people that turns a house into a home and to the family bonds, as much as on the uncertainties of the unforeseen because even if a person leaves their home behind they do not remove their family from their life as long as they are willing to. Our times are marked out by the notion of “chosen families”. This notion manifests itself not in the blood bonds but in solidarity, shared aims and concerns and love that gather us together.
halka sanat projesi changed three venues in the last nine years. Chronologically speaking, in terms of possession the first one lasted for six months, the second for eight years and the third for three. Our current home which is a historical Kadıköy house has been our home by far. Now it is time to fly away from this nest that has been the heart of our events. It is of course a farewell to a space and not to our ideas, projects and to our internal bond. Just like it does not mean a farewell to the life choices or family ties of a young adult who fly away from home for one reason or another.
None of us knows a better way to say goodbye to this space and to celebrate the past eight years in here than by making an exhibition for it. The theme of leaving the nest emerged as a gesture of gratitude to the time we spent, the work that we created and the people we touched in here. This exhibition is indeed a celebration; yet of course, as any other theme this one too can be interpreted in various ways. Because the questions raised in an exhibition and the answers received depend on the interpretations of the curators.
On that account, two young curators who passed through the halka family, Bahar Güneş and Öykü Demirci are once again invited to bring an exhibition to life by inviting among artists who have previously exhibited with halka whose who respond to this theme in their work. The questions that the theme implies such as what does flying from the nest mean, how do we react to it or how do we cope (or cannot cope) with it and so and so forth will be moulded in their hands.
Taking into consideration that we have less than two months from this day on to open the exhibition, it is fair to say that as a process management it will be a new collective experience in the race between the art managements skills combined with curatorial knowledge against time. And maybe just for this reason it earns its title. May our wind be nourishing and prosperous for us all to be fluent!
MEKAN RUHUNA YOLCULUK
Sıklıkla kabul edilen bir olgu odur ki üreten insan, içinde bulunduğu ortamdan etkilenir; kültürel olanlar da dâhil üretimleri, kişinin içinde bulunduğu çevrenin ve koşulların izlerini taşır, yapıtlara yansır. Kültürün çeşitli temel tanımları var. İdealist felsefede tinin kurucu öğelerinden olan kültür, markist felsefede bir üst yapı öğesi olarak alt yapı tarafından belirlenir.
Kültür sosyolojisinde en geniş tanımıyla kültür “bütün yaşam biçim” olarak algılanırken, daha özelleşmiş ama daha ortak kabul gören tanımında “sanatsal ve entelektüel etkinlikler” olarak ifade edilir. Raymond Williams’a göre kavram, geleneksel sanatlar ve entelektüel üretim biçimlerinin ifadesi olmaktan çıkarak, bugün bu genişlemiş alanı kurgulayan, sanattan felsefeye, dilden gazeteciliğe ve diğerlerine kadar bütün bir “imgesel pratikler”i kapsar hale gelmiştir.
Kültürün sanatla olduğu kadar tarihle, antropoloji, arkeoloji ve coğrafyayla yakından bağı yadsınamaz. Mekân Ruhu-Akdeniz Yazıları adlı eserinde, Lawrence Durrell; kültür, insan, çevre ilişkisini “Bizler genellikle “kültür”ü insan iradesinin yarattığı bir çeşit tarihsel örüntü olarak görürüz, benim için bu artık kesin bir doğru değil” sözleriyle farklı bir boyuta taşır.
Durrell, insanların kültürel üretimlerinin yaşadıkları mekânın ruhunu taşımaktan öteye geçtiğini belirtir. Mekân ruhu, insana öyle bir işler ki, yapıtlar ve onu üreten insanlar, içinde bulundukları (üretildikleri) mekânın imzasını taşırlar. Bu mekân bir coğrafyadır. Kent ya da kırsal olabilir. Ama hem tarihtir, hem bugündür. Hepsi arasında bir bağdır. Durrell bu durumu mekânın bağlayıcılığı olarak adlandırır. Mekan üç boyutunun ötesinde algılanmaya başlamasıyla kişiyi bir zihinsel sürece yönlendirerek mekan ruhunun temsil ettiği bütünü ve şeyi bulmaya yönlendirir.
Dünya bu kadar savaş, yıkım, istila, yer değiştirme ve iç içe geçme gördükten sonra taşıdığımız yerel ya da ulusal özelliklerin saf ve ırksal olduğunu iddia etmek mümkün mü? Durrell’e göre yerel karakter ve insan peyzajın ifadesidir, kuşaktan kuşağa aktarılan kalıcı öğe peyzajın doğasında mevcut olan ve yok olmayan kendini ifade yeteneğidir. İnsan doğanın bir parçası olarak onun enerji alanında ve döngüsünde yaşar. Bu bilgi insanda değiştirilemez bir bilinçle yer alır. Doğa yasalarının ve doğal peyzajın içinde aktarımda bulunan bir araca dönüşür insan.
Yaratıcı insanın peyzajla olan ilişkisi ise özellikle ilginçtir. Durrell’in ifadesiyle “Bu açıdan bakıldığında yolculuk herkes için - ama en çok da kök salacağı, yaratıcılık yeteneğini kullanacağı besleyici topraklar arayan sanatçı için- çok önemli bir tür sezgi bilimi haline gelir. Herkes kendi “bağlaşıklarını” böyle bulur -kafasının birden fikirlerle dolup taştığını hissettiği peyzajlar vardır; ruhunun yarısının uykuya daldığı ve kalem kâğıt düşüncesinin bile midesini bulandırdığı başka peyzajlar.”
Peki, ya bu yolculuk sonucu, bir sanatçı bir yerle derinden bağlandığını hissedip orada kök salarsa ne olur? Üretimlerinde mekânın ruhu ve peyzaj değerleri kendini nasıl belli eder? İnsanlar yaşadıkları peyzajın yansımalarıysa bu yansıma sanatsal üretimlerde nasıl ortaya çıkar? Renkleri, malzemesi, duygusu, sorusu, araştırma konusu ya da diğer kurucu nitelikleri nasıl değişir?
Bu noktada peyzajın anlamına bir parantez açmak yerinde olabilir. Durrell orijinal metninde peyzajı landscape kelimesiyle ifade eder. Kelimelerin dilden dile aktarımında oluşan farklılıklar ve anlam değişmeleri göz önüne alındığında Mekan Ruhuna Yolculuk sergisi peyzajı coğrafya geleneğindeki yeriyle ele almaktadır. Birçokları coğrafyanın aslında yerlerin karakteri, mekânsal organizasyonu, farklılıkları ve benzerlikleri üzerinde durması gerektiği konusunda hemfikirdir. W.D. Meining’e göre bu anlamda her peyzaj kendine özgü karakteri olan bir yer olarak kabul edilebilir. Bu anlamıyla da kendine özgü karakteri olan yerin Durrell’in bakış açısında insanın kurucu öğesi olarak ele alınması anlamlıdır.
Mekânın Ruhuna Yolculuk, Durrell’in bakış açısından yola çıkışla bir mekânın bir yapıt üzerindeki etkilerini tartışır. Mekân ruhunun kültürün çeşitli katmanlarını beslediği ve uzun soluklu bir yolculuğun belirleyici olduğu üretimleri bir araya getirir. Bu yolculuk kısa dönemli yer değiştirmelerden farklı olarak bir yerin köklerine inme ya da kök salma anlamı taşır. Bir mekândaki görünmez kalıcılığın, mekânla özdeş yaşayan ve artık kendisi de mekânın bir ifadesi haline gelen sanatçıların işlerinde kendini dışa vuruş biçimlerini araştırır.
JOURNEY TO THE SPIRIT OF PLACE
It is a generally assumed fact that people are effected by the environment they live in, their productions –including the cultural ones carry traces of places and circumstances which in return find their reflections in the created works. Culture has several basic definitions. In the idealist philosophy it is one of the founding elements of the spirit, whereas in the Marxist philosophy, as an element of the superstructure, it is determined by the material base.
In the sociology of culture, the broadest definition of the term is apprehended as the “entire way of living”, whereas in its more condensed and generally accepted description, it refers to “artistic and intellectual practices”. According to Raymond Williams, the culture today goes beyond expressing traditional forms of artistic and intellectual productions; and it covers an extended area that manoeuvres all “visual practices” from art to philosophy, language to journalism and to many others.
Culture’s close bond with history, anthropology, archaeology and geography is as undeniable as its connection to arts. Lawrence Durrell, in his book Spirit of Place- Letters and Essays on Travel states that people’s cultural productions go beyond carrying the spirit of a place that they live in. Spirit of place sinks so deep into a person that works and people producing them carry the signature of the landscape they are and produced in.
Is it possible to argue that our local or national characteristics are pure and racial after acknowledging so many wars, destructions, invasions, replacements and mixtures in the world? According to Durrell, local character and person are the expression of the landscape; it is its ability of self-expression which exists in its nature, and is never extinguished as it is transmitted through generations as a permanent element. Human beings live in nature as a particle in its energy zone and circulation. This information is found in a person with an impeccable conscience.
Creative people’s relation to landscape is especially interesting. In Durrell’s words “Everyone finds his own ‘correspondences’ in this way - landscapes where you suddenly feel bounding with ideas, and others where half your soul falls asleep and the thought of pen and paper brings on nausea.”
What if, at the end of this journey an artist feels deeply connected with a place and takes root? How would the spirit of place and landscape values show up in their creations? If people are reflections of places they live, how would this reflection comes to surface in the artistic practice in the form of a change in its colours, materials, sense, questions or subject of interest?
At this point, it may be suitable to open a parenthesis to the meaning of the word landscape. Taking into consideration semantic changes or variations occurred in translation, Journey to the Spirit of Place considers landscape as its definition in the tradition of geography. Many agree on the facts that geography should, in fact, elaborate on the character, spatial organisation, differences and resemblances of places. According to W.B. Meining, every landscape can be seen as a place that possesses a unique character. In this sense, from Durrell’s point of view, a place with a unique character should be handled as the founding element of a human being.
Inspired by the perspective of Durrell, Journey to the Spirit of Place discusses effects of a place on a work. It brings together practices in which diverse layers of culture are fed by the spirit of a place, and that a long term journey becomes definitive in its coming to life. This journey, as oppose to a short term change of place or a voyage, means going deep in to the roots of a place or personally taking roots somewhere. It investigates forms of self-expression of a landscape in a work with an invisible permanence or in the practice of an artist who themselves lives identical with a landscape and is becoming the place’s medium of self-expression.
BU BENİM FOTOĞRAFIM | THIS IS A PHOTOGRAPH OF ME
13 -30 Haziran 2019, Vancouver
26 Haziran – 11 Ağustos 2019, halka sanat projesi İstanbul
Bu Benim Fotoğrafım | This is a Photograph of Me, halka sanat projesi ile Kanadalı sanat inisiyatifi Arts Assembly’nin iki yıllık küratöyal değişim projesi COMMON GROUND | UYUŞMA TEMELİ’nin ikinci yıl sergisidir. Sergi ve bağlantılı konuşmalar 13 – 30 Haziran 2019’da Vancouver’da, halka sanat projesi’nden İpek Çankaya küratörlüğünde gerçekleşmekte ve Kanada merkezli sanatçılar Tanya P. Johnson ve Terriann Walling’in işlerini göstermektedir. Sergiye ve iki yıllık genel projeye ait bir dokümantasyon sergisi 02 Temmuz – 14 Ağustos arası İstanbul’da, halka sanat projesi’nde gösterilmektedir. Sergi başlığı Kanadalı şair ve yazar Margaret Atwood’un aynı adlı şiirinden esinlenilmiştir.
Kavramsal Çerçeve:
Bu Benim Fotoğrafım | This is a Photograph of Me kişinin yaşam, ölüm, yoksunluk, savunmasızlık, direnç ve dönüşüm gibi bireysel deneyimleri nasıl karşıladığını ve bu durumlar kısıtlayıcı engeller haline geldiğinde onlarla mücadele ya da barışma yollarını sorgular. Diğer bir deyişle sergi, insanlık durumu olarak kabul edilen ve kişinin kimliğinin oluşmasına etki eden, ya da kendini tam olarak gerçekleştirmesinin önünde beliren engelleri, bunlara verdiği tepkileri ve her türlü kısıtlı erişimin ne anlama geldiğini araştırır.
Kısıtlı erişim birbiriyle ilişkili durum, mekan ve ilişkilerde deneyimlenir. Serginin iki sanatçısı Tanya P. Johnson ve Terriann Walling’in görsel ve metinsel işleri, duyulmamış ya da yanlış anlaşılmış bireysel sesleri ve kişinin kendisi ve kökleriyle yeniden bağ kurma arayışını tartışmaya açar.
Serginin sorduğu sorulardan bazıları şöyledir: Kendimizi nasıl gerçekleştiririz; kendini gerçekleştirmek sadece kişinin kendisi ile mi ilgilidir; bizi bütünlük duygusuna götüren yol ne olabilir; birey olarak görünür olmak nedir, varlığımızı kısıtlayan durumlara başkaldırmak, onlarla mücadele etmek ya da uzlaşmak nasıl olabilir?
Serginin kavramsal çerçevesi iki eksen üzerine oturmaktadır. Bu eksenlerden ilki 2017 sonunda COMMON GROUND | UYUŞMA TEMELİ projesi ilk ortaya çıktığında araştırma zemini olarak belirlenen üç kavramdır. Bu kavramlar insanlık durumu, kısıtlı erişim ve denge ya da denge yitimidir. Projenin birinci yılında Lara Ögel ile Merve Ünsal’ın işlerini gösteren Tutma | Hold adlı sergi bu kavramları fiziksel (meskun) mekanda varoluş ve prekarite anlamında incelerken, ikinci yıl sergisi ilk yıla cevap olarak onları farklı bir bağlama oturtur. Bu bağlam, kendini ifade etmenin sınırlanışı ve bireysel kimliktir. Böylece ortak kavramlardan yola çıkan ama kendi özgün yollarını oluşturan iki sergi, iki odak noktası ve bir alışveriş belirmiş olur.
Kavramsal çerçevenin ikinci kurucu ekseni ise Margaret Atwood'un sergiye adını veren şiiridir. Güçlü bir kadın sesi tarafından kaleme alınan, derin bir kırılma, görünmezlik ve ölümle yüzleşme anlatısı kadar, şiirin ifade dili ve tonu da serginin rengini belirlemeye öncülük eder. Johnson ve Walling'in işleri derin ve duyarlı düşünceyle yaratıcılığın özgün ve incelikli ifadeleri olarak Atwood'un yüksek sesle bağırmayan ancak büyük bir ustalıkla okuru derinden etkileyerek avucunun içine alan, özü dolu tonuna yanıt niteliği taşır.
Bu Benim Fotoğrafım | This is a Photograph of Me is the second year exhibition of COMMON GROUND | UYUŞMA TEMELİ, the two-year curatorial exchange project between halka sanat projesi and ARTS ASSEMBLY Vancouver. Curated by İpek Çankaya from halka sanat projesi, Bu Benim Fotoğrafım | This is a Photograph of Me and related talks take place in 13 – 30 June 2019 in Vancouver and shows works by Canada based artists Tanya P. Johnson and Terriann Walling. A documentation exhibition on project’s both years takes place in 02 July – 14 August 2019 at halka sanat projesi in Istanbul. Exhibition title is inspired by Margaret Atwood's poem of the same title.
Conceptual Framework:
Bu Benim Fotoğrafım | This is a Photograph of Me questions ways of facing experiences of loss, longing, vulnerability, resilience and transformation in life and how one reacts under these circumstances when they become restrictions in their life. In other words, the exhibition explores the meaning of a restricted access in relation to what is considered a human condition. It investigates the setbacks against a satisfying self-realization and its effects on one’s personality. Forms of any emotionally restricted access and human responses to it are under the radar of the exhibition.
Restricted access is experienced in conditions, places and encounters that are in relation to one and other. Tanya P. Johnson’s and Terriann Walling’s visual works, poems and concentric stories open a discussion on the unheard or the misplaced in an attempt to uncover individual voices and experiences to reconnect with oneself and one’s roots.
Questions that the exhibition addresses are as follows: How do we realize ourselves; is self-realization only about the individual or is it related to others as well; what does it mean to be visible; what can be the way that leads us to the sense of inner completeness; and how can we challenge or make peace with situations that restrict us?
The conceptual framework of the exhibition is based on two axes. Three concepts has come to the surface when the project COMMON GROUND | UYUŞMA TEMELİ is initially conceived in late 2017. These are: The human condition, restricted access and instability. In the first year of the project, the exhibition Tutma | Hold that has featured works by Lara Ögel and Merve Ünsal investigates these concepts in the sense of occupation and precarity of physical space. As a response, the second year exhibition places them into a different context which is the restriction of expressing oneself and personal identity. Hence, comes forward an exchange between two exhibitions having their distinct voices with different focuses based on the same concepts.
The second founding axe of the conceptual framework is the poem by Margaret Atwood that gives the exhibition its title. Written by a powerful female voice, its expressive language and tone pioneer in determining the colour of the exhibition as much as its narrative dealing with a deep break down and facing with death does. As expressions of a deep and sensible comprehension combined with an intrinsic and authentic creativity, works by Johnson and Walling respond to Atwood’s tone that holds the breath of her reader in her palm with an essence that profoundly moves without shouting loud.
LOTUS YİYENLERİN ÜLKESİNDE
Homeros, ünlü destanı Odysseus’ta, Truva Savaşı’nın ardından evine dönmeye çalışan Odysseus’un, gemisiyle yaptığı on yıllık yolculuğa ve başından geçen maceralara yer verir. Odysseus ve tayfası, bilmedikleri denizlerde bin bir canavarla savaşır ve hayatta kalmaya çalışırlar. Öykünün bir yerinde kuzey rüzgarlarının şiddeti onları rotalarından çıkardığında, efsanevi haritalara göre İtalya’nın güney açıklarında bulunan Lotus-yiyenler Adası’na sürüklenirler. Ada sakinleri gizemli lotus bitkisinin meyvesinden yiyerek, mutlu bir kayıtsızlığa teslim olan, böylece tüm yaşamsal kaygılarını unutan bir kabiledir. Odysseus bu sahte huzura kapılmamak için adamlarını gemiye zorla bindirir ve hepsini küreklere bağlar ki, bu kör, tasasız adadan sağ çıkıp yurtlarına dönebilsinler.
Oysa, yaşadığımız çağda, “geri dönebileceğimiz bir toprak parçası, kendimizi ait hissettiğimiz bir yer bir kalmadığı gün ne olacak?” sorusu gittikçe artan bir şiddette iliklerimize siniyor. Her çağda çatışmalar çıkaran, herşeyi parçalayan, el koyan, zehirleyen insanın karanlık tarafı etrafımızı sarıyor ve her yeri lotus yiyenlerin ülkesine dönüştürmeye çalışıyor. Hep söylenilen biçimiyle “çember daralıyor” ve yine de birileri yaşama, kendi dillerince sahip çıkıyorlar.
Anlatılan öykülere hergün bir yenisi ekleniyor. İlahi gazapların ötesinde, yaşamı var eden de yok eden de insan oluyor. Kendini her zaman en zor durumlara sokan, bazen kurtulan, bazen yıkılıp giden insanlık, hem silah hem ilaç olan doğasını, saflığı, acizliği ve gücüyle içinde taşıyor. Bütün uygarlık tarihi, mitoloji, edebiyat ve tüm sanatlar aslında, bu öyküleri anlatıyor, kaşıyor, kazıp çıkarıyor, yenilerini yazıyor.
Bu sergide biz size aynı nüve etrafında yeni bir anlam bulan farklı öyküler sunuyoruz. Burada bir araya gelen on sanatçı adeta, kendisini lotus yiyenlerin ülkesinde bulan Odysseus’un çabasıyla, umulanla umulmayanı, unutulmaya yüz tutanla unutturulmaya çalışılanı algıları, yetkinlikleri ve dönüştürme becerileri ölçüsünde izleyiciye sunmak için bir araya geliyorlar.
Fırçadan, kalıptan, kameradan ya da biriktirilen nesnelerden geçerek ortaya çıkan işler lotus yiyenlerin sarhoşluğuna ve boşvermişliğine karşı duruyorlar. Resimden yerleştirmeye, heykelden fotoğraf ve videoya varan farklı mecralar aracılığıyla kendi öykülerini anlatıyorlar. Bir şiire sarılanla bir toprağa sarılan, bir adaletsizliği yüze vuranla yaşadığı çevrenin bıraktığı izlere ayna tutanlar, umudu, Lotus Yiyenlerin Ülkesinde beraber ve ayrı ayrı umulmadık topraklara taşıyor. Çünkü herşeye rağmen insani bir güçle yaşamak ve olmazsa olmaz bir umuda sarılmak hala kendine yer bulmaya çalışan arsız bir çiçek gibi çevremizde bitiyor.
İpek Çankaya, Ekim 2016
ON THE LAND OF THE LOTUS-EATERS
Homer, in his epic tale Odysseus narrates the adventures of Odysseus who, after the end of the Trojan War, struggles for ten years to return home. Odysseus and his men fight with a million monsters in open seas and try to survive. When the harsh North wind had driven them from their course they had found themselves in the shores of the island of the lotus-eaters which was situated in the southern offshores of Italy in the mythical maps.
Free from all earthly occupations and concerns, the islanders were a tribe who gave in to a blissful forgetfulness and apathy by eating up the fruit of the mysterious lotus plant. To elude this false serenity and continue their journey back home, Odysseus had to drag his men back to the ships and tie them up beneath the rowing benches.
Meanwhile, in our times we feel more deeply the anxiety of the possible loss of a homeland that we can return to if desired, or the lack of a place on earth where we feel ourselves at home. As it always happens in human history there is the human dark side of man, who provokes all sorts of clashes, discriminations and miseries, intoxicates the world and tries to transform it at the end into the land of the lotus-eaters. As usually said in Turkish “the circle around us is narrowing” and yet some people claim life on their own terms and in their own intimate language.
Every day a new story is added to what has already been told. Beyond a divine wrath, humans become the ones that usually destroy life or make it happen. They put themselves in the most difficult positions, sometimes they survive, in some other cases they are ruined. Their nature works both as a weapon and a cure, inhabits naivety, incapability and strength all together in itself. In fact, the history of civilization, mythology, literature and the arts tell about these stories; they scratch, excavate, bring forward and write new ones.
Almost with Odysseus’ effort who has found himself in the land of the lotus-eaters, we present you in this exhibition different stories finding a new meaning around the same nucleus. Nine artists are gathered together to hold on to life, unveil the hope of the unexpected and what is prone to eventually disappear or externally forced to vanish, in the extent of their perceptions, knowledge and ability.
Works created through a brush, a mold, a camera or accumulated objects are standing against the drunkness and the relactance of the lotus-eaters. Paintings, installations, sculptures, photographs and video works, all tell their own stories. Those who are embracing a poem or a soil, exposing the unfair or holding a mirror to what is happening to us, are carrying the hope to the unexpected grounds, all together and individually. Because against all odds, living with a humanly force and holding on to a hope is still blooming like a cheeky flower around us.
İpek Çankaya, October 2016
UYKUSUZLAR ATLASI
Uykuya dalmak ve uykudan uyanmak... 24 saatlik yaşam döngüsünün iki ucunu temsil eden bu iki hal, soyut düşünüldüğünde geceyle gündüz, siyahla beyaz, başlangıçla bitiş, bitişle başlangıç, kaçışla başkaldırı, yokoluşla diriliş gibi ikili karşıtlıklara, karışık dünyevi ilişkilere ve insani durumlara gönderme yapar. Düz anlamı dışında uykunun metaforik boyutu, bugün ve burada üzerinde durup düşünülmesi gereken kavramlardan birini oluşturuyor. Uykusuzlar Atlası uykuyu bu boyutuyla ele alıyor.
Uykunun binbir çeşidi var: Derin uyku, tavşan uykusu, kolektif uyku ya da hiç gözünü kapayamama hali. Uykusuzluk çekmek, bazen karşı konamayan düşüncelerin, istemli bir bilinç yitimine ve bir rahatlamaya izin vermeyecek biçimde zihne üşüşmesi, hatta kişiyi kuşatmasının sonucu olabilir.
Atlas kelimesinin Türk Dil Kurumu sözlüğünde bir kaç anlamı var. İlki bugün çoklukla akıllara ilk anda akla gelmese de, yüzü parlak, sık dokunmuş bir tür ipekli kumaş yani saten olarak atlas.
Anatomide boyun omurlarının üstten birincisinin adı atlas kemiği, çağrışımı uygarlık tarihinden. Dünyayı ellerinde, başının üzerinde taşıyan mitolojik Yunan Tanrısı Atlas gibi, kafatasını boynun üzerinde taşıdığı için.
Ama atlas deyince Türkiye’de çoğu kişinin aklına, ilk kez ilkokul yıllarında önüne aldığı, coğrafya ya da tarih atlası gelir kuşkusuz. O yüzden, kelimenin “dünyanın, bir ülkenin, bir bölgenin fiziksel ve siyasal coğrafyası ile ekonomi, tarih ve benzeri konularda toplu bilgi vermek için bir araya getirilmiş coğrafya haritaları derlemesi” biçimindeki tanımı bunu karşılıyor.
Sözlüklerde atlas için kısaca “bir konuyu açıklamak için hazırlanmış resim veya levhalardan oluşmuş kitap” tanımı da yapılmış. Bu yüzden kavramın çizimle, tasarımla ve kurguyla ilişkilendirilebilen bir özü var.
Atlaslarda dünya tarihini gördük, değişen sınırları, yıkılan ve kurulan devletleri. Her politik karar ya da değişiklik atlaslarımızda yeni basım demekti. Ülkeler dağılırsa yeni atlas, ülkenin, kentlerin adı değişir ya da yerel ölçekte ilçeler il olursa yeni atlas.
Bir de Türkiye haritasını hep dümdüz gördük önümüzde, ne zaman ki dünyayı bütünlüklü bir kürede gördük, şaşırdık. Bu dönen kürelerde ülkelerin hiç de kitap sayfası gibi serilmediğini, kiminin aslında biraz başaşağı durduğunu bile fark ettik. Türkiye’ye baktığımızda batısından hafif yukarıda, güneydoğusu bayağı aşağıda göründü gözümüze ilk kez. Belki bazılarımız dışardan bakmayı öğrendi yavaş yavaş, daha büyük resmi incelemeyi. Dünyanın bize göre çizilmediğini, kendimizi kendi algımızdaki gibi düz tutmanın ancak dünyaya yamuk bakmakla olanaklı olabildiğini.
Öte yandan ne dereler kuruduğunda yeni atlas kondu önümüze, ne de pancar, pirinç, buğday üretemez ithal eder hale geldiğimizde “ülkemizde nerede, ne üretilir”i gösteren yeni bir ekonomi atlası. Bazı atlasları çizmek bazılarımıza çok çekici gelmedi besbelli.
Uykusuzlar Atlası, ortaya attığı tüm bu açık noktalardan hareketle başka bir atlasın çizilmesinin yollarını araştırıyor. Sergi, bireysel görüşlerden, deneyimlerden ya da öğrenilmişliklerden yola çıkarak, bütününde bir atlas titizliğinde ve çeşitliliğinde bir içerik geliştirmeyi hedefliyor. Uykusuzlar Atlası aklı bazı sorularla ve arayışlarla dolu olan, bu yüzden de uykulara direnen bazı uykusuzları bir araya getiren bir grup sergisi.
Bu iki kavramdan yola çıkan Uykusuzlar Atlası, aklı sorularla ve arayışlarla dolu olan, bu yüzden uykulara direnen bazı uykusuzları buluşturan bir grup sergisidir. Zihinlerde yeni karşılaşmaları olanaklı kılmayı ve onlara yer açmayı vaad eder.
Bizi en çok ne uyutuyor ya da uykularımızdan ediyor? Çok mu uyuduk şimdiye kadar hayatımızda, yoksa bir şeyleri hep kaçırıyoruz telaşıyla kaçtık mı uykulardan? Uykunun görünmez kıldıkları var mı?
Uykusuzlar Atlası’nın araştırdığı biraz da uykularda geçen zamanın ve uyuyamama halinin insanı başka duygu durumlarından, başka buluşmalardan, başka ruhsal ve zihinsel arayışlardan alıkoyup koymadığı ve uykusuzların hangi uğraşlara dalıp uykulara direndikleri. Bu araştırmalar izleyiciye video, resim, yerleştirme, heykel ve fotoğraf gibi araçlarla aktarılmakta.
Tarihin bu noktasında ve bu coğrafyada duyumsanıp hissedilenlere, zihne takılıp düşündürenlere yer veren; tarihsel, siyasal, coğrafi ve bireysel meselelere dair sorular sorup yanıtlar arayan Uykusuzlar Atlası, bu yönüyle, bütününde titizlikle hazırlanmış bir atlas haline dönüşüyor.
Metafor olarak uyku, yaşadığımız tarihte ve coğrafyada üzerinde durup, düşünülmesi gereken kavramlardan birisi. Sergi kavramsal irdeleme açısından iki boyuta olanak veriyor: Birinci katmanda bireysel üretimler uyku metaforu üzerinden ilerlerken, buna ek olarak, ortaya çıkan yapıtların bir aradalığı, tema etrafında çeşitlenen ve katmanlanan bir atlası gözler önüne sermeyi hedefliyor.
İpek Çankaya, Aralık 2015
THE ATLAS OF THE SLEEPLESS
Falling asleep and waking up... These two conditions which represent the two ends of a 24 hour life cycle may refer to some binary oppositions such as day and night, black and white, the beginning and the end, the end and the beginning, escape and revolt, vanishing and resurrection. They may also refer to complicated worldly relations and some humanly conditions. The metaphoric dimension of the sleep, rather than its preliminary meaning, constitutes one of the concepts to make us stop and think at this moment and place today.
There are several types of sleep: Deep sleep, rabbit sleep, collective sleep or the state of being totally incapable of closing your eyes. Sleeping disorder may be the results of unresistable thoughts surrendering a person so much so that it leaves no room for comfort, disabling a desired loss of consciousness.
The word atlas has a few meanings in the dictionary of Turkish Language Institution. Firstly, although not coming to the mind immediatly, it is a sort of a silky fabric, shiny on the surface, firmly woven, known also as satin.
In anatomy, the topmost vertebra of the backbone, articulating with the occipital bone of the skull is called atlas vertebra, its connotation is from the history of humanities. It’s because it carries the skull on top of the neck, as the mithological Greek Titan Atlas did the heveans in his hands, upon his head.
But when we say atlas, most people in Turkey remember an atlas of history or geography initially seen in their early childhood among their primary school materials. Therefore, the definition of the word as “the collection of geographical maps prepared to give an assembled information on the phisical and political geography of a country, a region or on history or on other subjects” corresponds to it.
Besides, in the dictionarries an atlas is also defined as “a book prepared with images or panels to explain a topic”. For that reason, the concept is also relational to drawing, design and to narrative.
In the atlases we have seen the world history, changing borders, the states collapsed and founded. Each new political decision or change meant a new edition for our atlases. A new atlas if states desintegrate; another one if the names of the country or the city changes or when the villages are declared as a new city.
We have also seen the map of Turkey in front of us always straight and flat. Whenever we have taken a look for the first time to the globe as a sphere, we get surprised. It looked for the first time, slightly up a bit from its Western part and quite down from its South Eartern part. Maybe some of us have begun to look at ourselves from outside, to study the bigger picture, that the world is not drawn according to our perceptions and that it is only possible to see ourselves straight is by looking at the world awry.
We are not introduced with a new atlas of economy though, when the rivers dried, or with the one that shows “what is grown in our country and where”, when we cannot any longer produce but import beet, rice, or wheat. Clearly it was not very appealing to some of us to design some kinds of atlases.
The Atlas of the Sleepless is an exhibition project initiated from a search to design another kind of atlas, based on these nods it throws forward. It starts off from individual ideas, experiences or what has been learnt so far, aiming to develop a content with the meticulousness and the diversity of an atlas. It is a group show that brings together some sleepless whose minds are full of questions or quests and therefore who resist to sleep.
Why the sleepless?
In our times and geography sleep as a metaphor is one of the concepts that requires a deep thinking about. There are sorts of sleep: Deep sleep, collective sleep, “rabbit sleep” which is an idiom in Turkish used to express the lightest and the restless form of sleeping, or the state of not being able to blink. Establishing these associations, the exhibition searches for diverse answers to various questions: What puts us asleep or deprives us from sleeping? Have we overslept our entire life until now? Or have we escaped from it with a rush of feeling missed everything? Does sleeping make things invisible?
The exhibition investigates if and how the time that passes with or without sleeping does ever prevent people from further psychological or mental searches for new states of being and new meetings; or what kind of engagements do the sleepless are involved with to resist sleeping. To interpret these questions various tools of expression such as video, painting, installation, sculpture and photography is being used in the exhibition.
The exhibition concept gives occasion to two dimensions in itself: Firstly, the individual productions move along the metaphor of sleep, and additionally the coming together of the individual creations aims to visualize an atlas that is layered and shaped around the theme. Another investigation for the artists may be to bring layers into a single work and to realize it thanks to the possibilities of the medium or the material used.
GÜNCEL NADİRE KABİNESİ: Toplama, Saklama ve Sergileme Üzerine Etnografik Bir Deneme
Nadire kabinesi (cabinet de curiosité ya da wunderkammer) Aydınlanma Dönemi öncesi Avrupa’da, özel koleksiyon oluşturma ve bunu bireysel estetikle sergileme fikrini yaşama geçiren ilk serbest düzenleme mekanı olarak bilinir. Modern müzenin atası sayılan nadire kabineleri, koleksiyonerin zevki ve öznel sınıflandırma biçimi doğrultusunda her türlü nesnenin biriktirilip yan yana konabildiği ve bu yolla izleyende tuhaf bir duygu yaratan, kendine özgü bir estetik çekiciliğe sahiptir. Nadire kabineleri, doğanın harikalarından (naturalia) yapay nesne ve sanat ürünlerine (artificalia), zamanı ve mekanı kaybetmeye yarayan bilimsel aletlerden (scientifica), hareketli ve sesli heykelciklere (automata), uzak toprakları hatırlatan parçalardan (exotica), doğanın türlü tuhaflıklarına ve ucubelerine (mirablia) ve kabinelerin görsel dünyasını pekiştiren ve koleksiyonların aklı, fikri ve içinde taşıdığı hayali anlatan yazılı malzemeler, metinler, haritalar, kataloglar ve kitaplara (bibliotheca) uzanırdı.
“Güncel Nadire Kabinesi” geçmişin bu esiniyle yola çıkıp, bugünün sanatçılarının bu kavramlar etrafında gruplanabilecek güncel üretimlerini sergiliyor. Serginin alt başlığının “Toplama, Saklama ve Sergileme Üzerine Etnografik Bir Deneme” olmasının bir nedeni var. Etnografik araştırmaya çoğunlukla kültürel antropologlar başvuruyor. Orijinal haliyle, ya etnik araştırmalarda, ya da belli bir coğrafi yeri araştırırken tercih edilen, gündelik süreçlere müdahale etmeden, gözleme dayalı olarak kültürün incelendiği ve belgelendiği yöntem. Buna karşın günümüzde herhangi bir topluluğun ya da grubun kendine özgü bir kültürü olduğu varsayımından yola çıkışla söz konusu grubun incelenmesini de kapsıyor.
Buradan hareketle bu seçkide yaptığımız halka sanat projesi’yle çalışmakta olan sanatçıların nadire kabinesi konseptiyle ilişkilendirilebilecek işlerini, yaratım süreçlerine müdahale etmeden, bir potada buluşturup bir arada sergilemek. İşlerin birbirleriyle konuşuyor olması iki nedene bağlanabilir: Birincisi, kimi sanatçının işini kavramsal çerçeveye yanıt olarak üretmesi, ikincisi ise halka’nın çevresini oluşturan sanatçıların bağımsız üretimlerinin, alttan alta, zorlamasız olarak işleyen ve ortak paydaşlıklarda buluşulmasını sağlayan, geniş bir grubun bağımsız halkaları olarak da görülebilecek duygudaşlığının bir sonucu olması.
Bu yüzden serginin içeriğini, bir sanat inisiyatifi olarak halka sanat projesi’nin üzerinde durduğu bazı meselelerin ve ruh hallerinin bir yansıması olarak okumak mümkün. İşlerin çoğunun insana, insan psikolojisine ve insan-doğa-sanat ilişkisine dair irdelemeler ve sorular akla getirmesi ve bunların nadire kabinelerinin de biriktirdiği nesnelerle ya da bir hayali koleksiyonerin bizzat kendisiyle somutlaşıyor olması bu koleksiyoner kimliğine ve kabine koleksiyonlarına bir gönderme niteliğindedir. Sergide yer alan farklı işlerin birbirleriyle farklı katmanlarda buluşması aralarında zorlamasızca gelişen bütünlüğün organikliğine işaret eder. Yine bu çerçevede, günümüzün yerleşik sergileme estetiği tercih edilmiyor. Bunun yerine kabinelerin ruhunu yansıtan bir aradalık, özel alanda sergilemeye gönderme, sıkışıklık ve karışık yerleştirmeler özellikle yeğleniyor.
Güncel bir kabinenin parçaları olarak sunulan sanatçı işlerinin her biri, nadire kabinesi sahibi olan hayali bir koleksiyoneri temsil edebilecek ve onun tarafından bir araya getirilebilecek işler olarak kurgulandı. Bu yönüyle sergi bir sanat fuarı içinde yer almasına karşın kavramsal bütünlüğü olan bir kurguya işaret ediyor. Nazlı Çetiner bu hayali koleksiyonerin gezi kıyafetini tasarladı; kabinesi için dünyanın uzak köşelerinden, naturalia’dan exotica’ya, ve belki nicelerine yayılan, en nadide parçaları toplamaya kararlı bir gezgin yarattı. Sadık Arı mürekkeple Vanitas resimlerine göndermeler taşıdığı düşünebilecek çizimleri yaptı; adeta geçmişe ait bir dünyayı haritalandırdı, koleksiyonerin sanat arşivine ekledi. Doğu Çankaya’nın hayvan heykelleri, aklın aydınlanmasından günümüze, insan-doğa diyalektiğinde doğanın maruz bırakıldığı muameleyi, sanatçının bir toplayıcının sahiplenme içgüdüsüyle yaptığı her bir canlıyı, kendi dünyasında dondururcasına bir koruma çemberinden geçirmesiyle kabinedeki yerine yerleştirdi. Bu tavırla artificalia ile naturalia’yı tek potada buluşturdu. Kayde Anobile’nin üzeri balmumu akıtma manzara tablosu yeri ve zamanı bilinmeyen tekinsiz bir dünyanın kapılarını aralarken, Dilek Gökçen Açay, insanın modernite sonrası çatışmalarını ve keşif nesnesine dönüşümünü adeta o dönemden kalma bir sunum tekniğiyle çözümledi. Zoe Scoglio insan ve hayvan arasında yarattığı ürkücüsü bütünlükle kabinelerin mirablia bölümünde referans olabilecek bir video ile sergiye dahil olurken, İpek Çankaya’nın halka sanat projesi’nin ilk üç yılını, ruhunu, hayallerini ve gerçeklerini anlattığı kitabı kabinenin bibliotheca bölümünün raflarında yerini aldı. İskender Giray mekanik ışıklı yerleştirmesiyle adeta kabinelerin automata bölümüne günümüzden bir yapıt kattı ve serginin temasını ve çözümlenişini derinleştiren bir katman eklemiş oldu. Şinasi Göktürkler’in ikizlenmiş hayvan figürleri ve yarı gizli görselleri psikolojik çözümleme testlerini çağrıştırırken, bir yandan da barındırdıkları siluetlerle bireysel algılarımızı güvenilmez hale getirdi. Sezgi Abalı’ın fotoğrafları ise Rodin’in Düşünen Adam’ına yeni bir bakış katan ve düşünen kadının, tarihin her döneminde, kendisini içinde bulduğu zorlayıcı durumların resmini çekti. Serinin ana parçası olan iş, sanat tarihinin katmanlarına, üstatlarına, aile büyüklerine ve kadınsal çıkmazlara saygı niteliğinde.
İpek Çankaya, İstanbul, Eylül 2014
CONTEMPORARY CABINET OF CURIOSITY: An Ethnographic Essay on Collecting, Preserving and Exhibiting
Cabinet of curiosty (cabinet de curiosité or wunderkammer) is known as the first space of arrangement that realizes the idea of making a private collection and exhibiting it with an individual aesthetic, in pre-Enlghtenment era. Considered as the forefather of the modern museum, the cabinet of curiosity possesses a certain aesthetic attraction shaped according to the taste and personal classification of the collector, gathering and placing all sorts of objects together. Cabinets may consist of a variety of items depending from the wonders of nature (naturalia) to artificial objects and art pieces (artificalia), from the scientific tools for recording time and space (scientifica) to the moving and sound making sculptures (automata), from the pieces that remind distant lands (exotica), to nature’s all kinds of oddities and monsters (mirablia), and to written materials, texts, maps, catalogues and books that reinforce the visual world of the cabinets and convey the mind, thought and imagination they carry within (bibliotheca).
“Contemporary Cabinet of Curiosity” initiating from this inspiration of the past, exhibits the contemporary productions of today’s artists that can be grouped around these concepts. There is a reason why the sub-title of the exhibition is “An Ethnogaphic Essay on Collecting, Preserving and Exhibiting”. Mostly cultural anthropologists turn to the ethnographic research. Originally, it is a method based on observation, in which culture is observed and documented, without intervening the daily processes, preferred in either ethnic studies or in researching a specific geographic area. Nevertheless, based on the contemporary conception that any community or group has a peculiar culture, it also encompasses the research of the group in question.
Taking it from there, what we do in this selection is to exhibit together the works that can be associated with the concept of the cabinet of curiosty by the artists working with halka art project, without intervening their creation processes. The fact that the pieces speak to each other may have two reasons: Firstly, some artists have produced their work as a response to the conceptual framework; secondly, the indivudual creations of the artists forming a part of halka’s entourage that can be seen as a result of similar sensibilities meeting in common grounds and as working inadvertently under the surface, as the independent circles of a larger chain or group.
This is why it is possible to read the content of the exhibition as a reflection of some questions and discourse that halka art project, as an art initiative reflects upon. A majority of the works has connections with humans, nature and art and their intricate relations. Also, each in its own way can be linked to the identity of an imaginary collector and his personal cabinet of curiosity. The meeting of the different works with each other on diverse levels points to the inadvertent unity that has arosen organically among them.
Again in this context, today’s established aesthetic of exhibition is not preferred. Instead, a squeezed and mixed mounting technic, reflecting the soul of the cabinets and referring to exhibiting in the private space, is deliberately chosen.
Works that are assembled as pieces of a contemporary cabinet are likely to represent a fictional collector who owns a cabinet and also to be pieced together by him. Nazlı Çetiner has designed the journey outfit of this imaginary collector; she has created a traveller determined to select the rarest pieces for his cabinet, ranging from naturalia to exotica and maybe others, from the distant parts of the world. Sadık Arı has made drawings with ink that carry references to Vanitas pantings; he has mapped a world belonging almost to the past and has added it to the collector’s archeive. Doğu Çankaya’s animal sculptures has found their place in the room with the instinct of a collector who has frozen the treatment implemented on nature, in human-nature relations since the enlightenment of the mind, in a preserving circle in their own worlds. With this attitude he melted artificalia and naturalia in the same pot. While Kayde Anobile’s vaxed landspace painting opens slightly the doors of an uncanny world in which time and space remains a chilling mystery, Dilek Gökçen Açay has compounded man’s Post-modernity conflicts and his becoming an object of scientific discovery with an exhibiting technic almost reminding of the era in question. As Zoe Scoglio is involved in the exhibition with a video piece that can be referred to the mirablia section of the cabinet by its eerie unity between man and animal, İpek Çankaya’s book narrating the soul, dreams and reality of halka art project took its place in the shelves of the bibliotheca section of the cabinet.. İskender Giray contributed a piece to the automata section of the cabinet with his contemporary mechanic installation and highly contributed to the deepening of the exhibition concept and added another level in its analysis. Şinasi Göktürkler’s doubled figures of animals and half hidden visuals, while reminding psychological analysis tests, make our individual perceptions unreliable with the shades they contain. Sezgi Abalı's photographs pictures a thinking woman who has twisted Rodin’s Thinking Man towards a new perspective and reflects upon the challenging contexts that the Thinking Woman finds herself in any epoch of history. The main piece of the series in this exhibition, is an homage to the layers and masters of art history, family elders and feminine dilemmas.
İpek Çankaya, Istanbul, September, 2014