English Below…
GÜNEYDE BİR TAŞ EV
1.
Herşey bir depremle başladı, bir diğeriyle devam etti. İlki, onun zamanından yaklaşık 450 yıl önce, 1400’lerde, Halikarnasos’ta oldu.
Adanın doğu kıyısında durduklarında, yalnızca güneşli günlerde değil, hemen her türlü havada Halikarnasos’u çıplak gözle görebiliyorlardı. Tepeler, isterlerse gece yatmadan önce baktıkları son manzara olabilirdi. Çekme biçiminden olsa gerek, komşuların birçoğununkinin aksine, daha telveli ve daha köpüklü bir kahve pişiren büyükannesi, bahçede, kahvesinin yanında son bir sigara içer; büyükbabası da bazen son ouzo’sunu karşıdaki o tepelere bakarak başına dikerdi. Ama oralar hakkında çok az konuşulurdu.
Küçük adaları da, Halikarnasos gibi, eski Karia yerleşimlerimden biriydi. Balıkçıların ve tüccarların dediğine göre iki kıyının insanları birbirine benzerdi. Hepsi denizden gelenlerden de, karadan gelenlerden de benzer şekilde etkilenmişlerdi...
Büyük nineleriyle büyük dedeleri daha birbirlerini tanımayan küçük birer çocukken aileleriyle buraya göçmüşlerdi. Onlarınki, İyon göçü kadar büyük bir göç değildi ama aynı şekilde acılı ve gönül kırıcıydı. İyon göçü efsaneviydi. Neredeyse 3000 yıl önce kuzey Yunanistan, Makedonya ve Epirüs yani bugünkü Arnavutluk’taki vatanlarını terk etmek zorunda kalan Dorya’lılar, Yunanistan’ın güneyine, Kos, Rodos ve Girit adalarına ve suyun öte tarafına, Halikarnasos’a göçmüşlerdi. Halikarnasos’te kenti, kendi ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemiş, yeni yerleşimler kurmuşlardı. Buna karşılık yörenin yerli halkı olan Karia’lıların bir çoğu evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Kalanlar, anlaşma gereği yeni gelenlerin yönetimi altında yaşamaya başlamışlardı.
Ninelerle dedelerin, bu adaya neden göçtükleri hiç anlatılmazdı. Birbirine komşu olan evlerin küçük çocukları oldukları bilinirdi ve kuşaktan kuşağa aktarılan tek bilgi kırıntısı memleketlerinde toprakları ve hayvanları olduğuydu. Ancak, bir sebepten ötürü her şeyi arkalarında bırakıp aileleri ve sadece birkaç parça aile yadigârıyla yola çıkmışlardı. Biraz eski fotoğraf, birkaç parça basit kıyafet, pirinç bir mutfak havanıyla kahve değirmeni ve güzel günlerde piknik çantası olarak kullanılan küçük, ahşap bir sandık -ki bu defa, içi birkaç parça el işi çeyizle doldurulmuş olarak bu yadigârlar arasındaydı.
Denizden geldiler. Aile fertleri arasında hayatını elleriyle kazananlar hep birlikte yeni evler inşa etti ve baştan başladılar. Belki bazısı duvar ustasıydı, bazısı marangoz ve belki bazısı ayakkabıcıydı, kim bilir?
------------------------------------------------
2.
Her şey bir depremle başladı, bir diğeriyle devam etti. İlki, 450 yıl önce Halikarnasos’ta oldu ve kenti yerle bir etti. Aslında, irili ufaklı bir dizi deprem oldu. Bazı günler, toprak günde 10 defa sarsıldı. En şiddetli sarsıntı, kentin güneyinde, limanın ve agora’nın olduğu bölgede görüldü. Kent duvarları da zarar gördü, kentin batısındaki Myndos Kapısı da, Kral Mausolos’un anıt mezarı Mauseleum da. Kocasını, ölümünden sonra onurlandırmak için Mausoleum’u yaptıran Kraliçe Artemisia’ydı. MÖ 351’de, Kraldan iki yıl sonra, Kraliçe de öldüğünde anıt mezar tamamlanmamıştı, ama ustalar, hem Kraliçenin mirasını tamamlamak, hem de bu yapının kendilerine isimsiz de olsa ölümsüz bir şöhret getireceğini bildikleri için çalışmayı tamamladılar. Mausoleum kadim dünyanın yedi harikasından biri oldu.
Ne yazık ki, yapımından 1700 yıldan fazla bir süre geçtikten sonra, 1400’lerin başındaki depremlerle, Mausoleum’un temelleri yerinden oynadı ve yavaşça parçalandı. Kentin parlak görünümü zaten düşüşteydi. Aynı zamanlarda gerçekleşen deniz korsanlarının ısrarlı saldırıları bölgeye çok hasar vermişti.
Bu büyük yıkımın ardından, öngörülemeyen bir şey oldu. Birkaç yıl sonra, Haçlılar geldi ve bir zamanlar Kraliyet Adası Zephyria’nın olduğu bölgeye bir kale inşa ettiler. Kalenin yapımında Mauseleum’un yıkıntılarından aldıkları taşlardan yararlandılar. Sonraları, 15. Yüzyılın sonuna doğru Malta Şövalyeleri kale duvarlarını kuvvetlendirmek için yine aynı yıkıntılara başvurdular. Mauseleum’dan kalan mermer kolonları eritip beton harcına kattılar.
Böylece, Mauseleum’un bazı parçaları trajik bir biçimde Kale duvarlarına karıştı, Onu güçlendirip güzelleştirdi. Büyük bir yıkımdan yeni bir hayat başladı.
-------------------------------------------------------
3.
Dünyada genellikle böyle olur: Büyük bir yıkımdan yeni bir hayat başlar. Ilias ve ailesi için de böyle oldu. O zaman henüz bilmediği kendisinin de bir başka “yeni hayat”ın eşiğinde olduğuydu. Halikarnasos depremlerle sarsılalı 450 yıldan fazla olmuştu ve ataları adaya göçtüğünden bu yana üç kuşak doğmuştu.
Halikarnasos, O’nun için yakın bir kara parçasından fazlası değildi, aralarında daha derin bir bağ yoktu. Ancak, bazen eski kuşakların anıları, fark etmeden gençlerin ruhlarına işler. Bir an gelir, dedelerin anıları torunların anıları olur, duyularına siner. Parçası oldukları ama bilmedikleri bir geçmişle bağlantıları haline dönüşür. İnsan ellerinde, kulaklarında ya da aklında kalanlara tutunmak ister. Ilias da zamanla bunu keşfedecekti, ancak o an gelmeden önce yalnızca köyünü, ailesini, arkadaşlarını ve balıkçılığı biliyordu.
Ilias üç kardeşin en büyüğüydü. Temmuz’un 20’sinde doğmuştu. Doğduğu gün İlyas Peygamber’in isim günü olduğundan büyük annesi ilk torununa onun adının verilmesi için ısrar etmişti. İki yıl sonra, erkek kardeşi doğduğunda bu defa annesi öne çıktı ve bebeğe Karan adını koydu. Bu, “saf” demekti. Kadınlar arasında zararsız bir çekişme vardı. Ancak, birkaç yıl sonra küçük bir kız kardeşleri olduğunda isim konusunda ailede itiraz eden olmadı. O kadar güzel ve ışıltılı bir bebek gelmişti ki, adının Marmara olması konusunda herkes anlaştı. Marmara, “parlayan” anlamına geliyordu.
Çocukların adlarının özel anlamlarının olması babasının hoşuna gidiyordu. Annesi ise, başka bir anadilde daha, tanıdık tınılar taşımalarından hoşlanıyordu. Buna öğrenilmiş yakınlık denebilirdi. Böylece Ilias, Karan ve Marmara’nın öyküsü biçimlenmeye başladı.
-----------------------------------------------------
4.
Her şey bir depremle başladı, bir diğeriyle devam etti. İkincisi, Ilias yirmi üç yaşındayken adada oldu. Halikarnasos sarsılıp şiddetli biçimde zarar gördüğünden bu yana 450 yıldan fazla zaman geçmişti. Ilias, her zamanki gibi kardeşi Karan’la beraber, diğer balıkçılar gibi gecenin bir yarısı denize açılmıştı. Balıkçı tekneleri ava çıktığında denizin üzeri onlarca küçük tekneyle dolardı. Gaz lambalarının soluk ışıkları suyu aydınlatırdı. Kıyıda durulduğunda, teknelerin gidiş dönüşleri bir bir görülür, sesleri duyulurdu.
Bir sabah döndüklerinde deprem adayı vurmuştu. Özellikle onların yaşadığı, adanın güneydoğusu ağır hasarlıydı. Sonradan, ada nüfusunun üçte birinin öldüğü anlaşıldı. Büyük bahçelerin ortasında, geniş taş evlerde oturanlar daha az zarar görmüştü. Onlarınki, kalabalık ailelerin yaşadığı küçük ve basit evlerdendi. Delikanlılar ailelerine ulaşmak için saatlerce ter döktüler. Uzun süren bir mücadelenin ardından, toprak altında, yarı canlı halde Marmara’ya ulaştılar. Sağ olarak çıkarabildikleri yalnızca O oldu.
Ağır yaralı olmasının yanında korkudan ödü patlamıştı. O günden sonra üzerine titrediler. Ilias düşünüp taşındı, kardeşlerini karşısına alıp planını açıkladı: Atalarının geldiği topraklara, suyun öte yakasına gideceklerdi. Kökleriyle yeniden bağlantı kuracak, her şeyin hayatlarını değiştiren olayın kalıntısı olmadığı bir yerde yeniden başlayacaklardı. Ilias, kız kardeşine dünyada hiçbir depremin onu toprak altına gömmesine izin vermeyeceğini, gerekirse çıplak elleriyle kazıp onu oradan çıkaracağını söyledi. Zaten, neredeyse yaptıkları da buydu.
-----------------------------------------
5.
Dünyada genellikle böyle olur: Büyük bir yıkımdan yeni bir hayat başlar. Kayıplarını adada toprağa verdikten sonra, küçük tekneleriyle Halikarnasos’a doğru yola çıktılar. Yanlarına alacakları fazla bir şey kalmamıştı. Yalnızca enkaz altından çıkarabildikleri birkaç yadigar... Pirinç kahve değirmeni onlardan biriydi. Marmara’nın elindeydi.
Halikarnasos kendi memleketlerine çok benziyordu. Güneşi, suyu, bitkileri, taşları, yolları hatta yüzler bile benzerdi. Yolda gördükleri biri bir amcaları ya da bir yeğen olabilecek gibiydi. Kısa süre sonra adetlerinin de benzediğini keşfettiler: Yedikleri, içtikleri, birbirlerine bağırışları, gürültülü konuşmaları, dansları ve müzikleri... Her şey o kadar yakındı ki, tuhaf bir biçimde neredeyse evdeymiş gibiydiler.
Kısa sürede kentin Batı tarafında yerleşmiş olanların kendi dillerini bildiklerini anladılar. Doğu mahallelerinde oturanlar Anadolu’dan at üstünde gelenlerdendi. Bir süre birkaç geçici yerde barındıktan sonra Ilias bir ev yapmaya karar verdi. Bahçe içinde küçük ve sade bir ev olacaktı ama öyle sağlam yapacaktı ki zamana direneceğine hepsi ikna olacaklardı. Halikarnasos bu dileğe hiç beklenmedik bir biçimde yanıt verdi.
Kentin batısında bulunan mahallelerin birinde, kimsenin oturmadığı, küçük, boş bir arsa buldular. Deniz kıyısına en fazla beş dakikalık yürüme mesafesindeydi. Duyduklarına göre birkaç yıl önce İngiliz bir arkeologun satın aldığı araziye de çok yakındı. Üç dakika yürüseler kazı alanına varıyorlardı. Birkaç yıl önce İngilizler Mauseleum’u kazmıştı, hala da ara ara geliyorlardı. Ilias kazı alanında çalışmış olan yerli işçilerden işin başındaki arkeoloğun Newton adında biri olduğunu duydu ama kimin ne yaptığıyla ilgilenmeyip kendi işine odaklandı. Tek düşüncesi kimse müdahale etmeden hayatının projesini tamamlamaktı.
Kardeşlerinin yardımlarıyla kafasına koyduğu işi birkaç ayda bitirdi. Kendilerine ait küçük bir taş ev inşa ettiler. Halikarnasos’un hediyesi toprağın altından çıkan paha biçilmez değerde taş bloklar oldu. Ev için temel kazdıklarında, uzun ve iri taş parçalarıyla karşılaştılar. On taneden fazla değildi ama inşaat için kullanmak üzere etraftan topladıkları sıradan taşlara benzemiyorlardı. Yüzyıllardır, muhtemelen depremlerin kadim kenti ve Mauseleum’u yerle bir ettiği zamandan bu yana toprak altında kalmış olabilirlerdi. Taşların Mauseleum’a ait olabileceği düşüncesi aklından geçti. Büyük olasılıkla öyleydiler.
Bazen, umutsuzluk ya da büyük beklenti anlarında kişinin vicdani bir karar vermesi gerekir. Ilias tercihini ailesinden yana yaptı. Bu noktada, içinde, bu insanlık hazinesini koruyup kollayacak olanların kendileri olacağı yönünde güçlü bir duygu oluştu. Kendini küçük bir ışıkla bir yolu aydınlatan ya da bir sırrı özenle saklayan biri gibi hissetti. Kim bu armağana onlarınki gibi bir geçmişten gelenlerden daha fazla saygı gösterebilirdi? Bir zamanların özveri ve azimle çalışan ustalarınca yaratılanları, yine onların doğasından gelenler koruyacaktı.
Taşları büyük bir özenle evin dört cephesine dağıttılar. Köşe bölümlere ve daha sıklıkla alt kısımlara gelecek biçimde diğer taşların arasına koydular. En uzun ve büyük olanları, giriş kapılarının çevresini sağlamlaştırmak için onların etrafına yerleştirdiler.
Geldikleri yolculuğun sonunda bir evleri ve içinde her türden bitki ve çiçeği ekmeye hazır ve elverişli bir bahçeleri oldu. En son, Ilias bahçe kapısına, evin adını kazıdığı tahta bir plaka çaktı. Üzerinde, Nyssa yazıyordu; anlamı “başlangıç”tı.
Ağustos 2015, Bodrum
A STONE HOUSE IN THE SOUTH
1.
It all started with an earthquake, and continued with another. The first one was more than 450 years before Ilias was born, around 1400, in Halicarnassus.
Standing on the eastern coast, they could see Halicarnassus with naked eyes, not only under the sun, but in almost every condition. The hills might be the last thing they saw every night before going to sleep. His grandmother used to smoke one last cigarette in the garden and have a small coffee, which, because of the way she grinded the coffee beans, unlike their neighbours’, had always more coffee grounds and more foam, as they make on the other side of the water; and his grandfather tossed down his last ouzo sometimes looking to those hills. They barely spoke about it though.
Originally, their small island was used to be a Carian settlement like Halicarnassus. The people of both coats were very much alike said the fishermen and the merchants. And they were all affected by those who came by the sea, and by those who came by the land in similar ways...
His both great grandparents had migrated here in their own childhoods. Theirs, was not as large as the Ionian Migration, but still it was as painful and heart-breaking.
The Ionian migration was phenomenal. It was almost 3.000 years ago when the Dorians had to leave their homeland in Northern Greece, Macedonia and Epirus (today’s Albenia) and come down to south, to the islands of Kos, Rhodes and Crete, as well as to the other side of the water, to Halicarnassus, where they rebuilt the city. In return, the Carian natives were either expelled or appreased by the new settlers.
The great grandparents did not really pass along the reason why they came to this island in the first place. All of them were very young children from the neighbouring homes and the only piece of information that passed through generations was that they had small lands and farm animals. But, for one reason or the other, their families had to leave everthing behind and come here with only a few family tokens like some old photos, a few simple clothes, a brass kitchen mortar and a coffee mill, a small wooden chest, usually served as a picnic basket in good days, this time, with some embroidered bridal handworks within.
They came from the sea. Men of the family who knew how to work with their hands built new homes together and they started over. They were maybe masons, carpenters, even shoe-makers! Who knows?
------------------------------------------------
2.
It all started with an earthquake, and continued with another. The first one, 450 years ago, was in Halicarnassus and tore down the city. It was actually a series of earthquates, large and small. Sometimes the earth shook 10 times a day. The main quake took place in the south of the city towards the harbour and the agora. City walls were ruined, the Myndos Gate on the west too. Also the Mauseleum, the monumental tomb of the King Mausolus was heavily damaged. It was the Queen Artemisia who commissionned this monument to honour his husband after his death. Unfourtunately, in 351 BC, two years after his husband, when the queen also died, the Mausoleum was not complete. Yet, the craftsmen continued to work, to honour their patroness and with the knowledge that their work would bring them a nameless, yet an endless fame.
Unfortunately, after more than 1700 years after its erection, the foundation of the Mausoleum shook by the eathquakes and slowly crumbled. The city’s shining outlook was in decline. The severe attacks of the sea pirates caused further havoc in the region.
Following this huge destruction, something unforseen happened. A few years later, the Christian Crusaders came and built a castle on the sea shore, where once Zephyria, the Royal Island existed. They benefited from the ruins of the Mausoleum for the construction. Later, towards the end of the 15th century, the Knights of Saint John of Malta further used the stones of the temple to fortify the castle. They burned the marble columns to create lime mortar.
Tragically enough, some parts of the Mausoleum were mixed into the Castle walls in Halicarnassus to strenghthen and embellish it. From a massive destruction a new life began.
-------------------------------------------------------
3.
It usually was the case with the world: From a massive destruction always a new life begins. It was also true for Ilias and his family. What he didn’t know by then, was the fact that he was on the edge of another new beginning.
It was more long long time ago since the earthquakes shook Halicarnassus and it has been three generations since his great grandparents came to settle in this island.
Halicarnassus was a near land to him but nothing more. He had no deeper attachments to it. But, sometimes, the memories of the older generations are inadvertently cultivated in the souls of the young ones. There comes a moment when their memories belong to you, they sacreds soak into your senses. They become your connection with your past. And you would definately want to hold on to them and to keep what remained in your hands and mind. He would eventually discover it. But before that moment came, he only knew his village, his friends and family and fishing.
Ilias was the oldest of 3 siblings. He was born on July 20th, and it was the nameday of Prophet Ilias, so his grandmother insisted on naming her first born grandchild by his name. 2 years later, when his younger brother was born, this time, his mother took a step forward and named him Karan, which meant “pure”. It was like a gentle quarrel among women of the household. A few years later, on the other hand, there was nothing but consensus when their younger sister joined the family. She was a beautiful and shinning baby, so, had to be named Marmara which meant “radiant”. What the children did not know was that their names also sound familiar in another mother tongue they later they would find out. Thus, began the story of Ilias, Karan and Marmara to take shape.
-----------------------------------------------------
4.
It all started with an earthquake, and continued with another. The second one, took place on the island when Ilias was 23. It was more than 450 years then, since Halicarnassus heavily destroyed. As usual, Ilias, his brother Karan and Marmara’s fiancee Yuna had gone to to the sea, at the middle of the night, with other fishermen. When they sailed, the sea was covered with dozens of small boats and the pale lights of their gas lamps. Standing at the coast, one could see the lights and hear the boats leaving and coming back one by one.
By the time of their return, they saw that an earthquake hit the island, especially the south eastern part where they were living. It was later understood that 1/3 of the population lost their lives. Those who have been living in large stone houses with big gardens had lesser damages than the crowded families in small and simple ones. Their house, was one of them. The boys worked very hard to reach to the family members. After long hours of struggle they founded Marmara still breathing under the wreck. And she was all they could save...
Aside from being deeply injured she was terrified with fear. After that day, Marmara became their primary concern. Ilias made up his mind, gathered his brother and his future brother in law around him and declared his plan: They were going to the other side of the water, to the land of their ancestors to reconnect with their roots. They were going to start all over again, where everything was not a reminiscence of the event that changed their lives. Ilias told his sister that there would be no earthquake on earth that he would let it take her beneath. If so, he would have digged it with his bare hands to take her out. In fact, it was almost what they all did together.
-----------------------------------------
5.
It usually is the case with the world: From a massive destruction a new life begins. After burying their deaths in the island, they sailed to Halicarnassus by their small boat. They didn’t have much to take with, only a few tokens they could gather from the ruins of the house. The brass coffee mill of the great grandmother was one of them. Marmara was holding it.
Halicarnassus was a land much like theirs, the sun, the sea, the plants, the stones, the roads, even the faces were similiar. Someone might have been an uncle or a niece. Soon, they would discover that the customs were also alike, the way they eat and drink and danse and shout to each other and the music... Everything was so familar that they would strangely feel almost at home.
They soon realized that the community settled towards the west spoke their language, the eastern parts were occupied by those who came by the horses, from Anatolia. After spending some time in a few temporary shelters, Ilias decided to build a house. It should be a small and simple house with a garden around it, but most of all it would be so well sheltered and protected that all of them would believe in its resilience against time. Halicarnassus would respond to this wish in the most unexpected way.
They founded an empty place, uninhabited, not very much distant from the sea side, maybe 5 minutes most. They heard that the area recently bought by a British archeologist a few years ago was also not far away. They could reach to their excavation site with a maximum 5 minutes walk. A few years back the British had, and still from time to time, were digging the Mausoleum’s site. Ilias heard from the local workers that the person in charge was a man named Newton. Keeping his hands occupied with his own project, Ilias didn’t pay attention to what the others were doing. He was focused on his lifetime project and his only concern was to acheive it before someone intervened.
And with the help of his brothers he accomplished the task in few months. They have built a small stone house of their own. Halicarnossus’ gift was some invaluable stones coming out from the depth of the earth. When they digged the soil to make a foundation, they came accross with some large pieces of stones, not more than 10, nothing like the regular ones they were gathering from around, maybe buried there for centuries, most probably since the earthquakes that destroyed the ancient city and the Mausoleum. The possibility of the stones to belong to the Mauseleum crossed his mind. Most probably they were.
Sometimes, in the moment of despair or high hopes one has to make a moral decision. Ilias made it for the family. He had a strong feeling that they would be the ones who would cherish and protect this treasure of humanity that came accross their path; and even felt like a tourch carrier or a secret keeper. Who would have been more respectful to this gift than those who were coming from such a past? What was once created by dedicated, hard working craftsmen would be kept by others of their kind.
They have placed the stones most carefully, mostly in the corners of the house, towards the lower parts and around the entrance doors. At the end of their journey they had a house and a garden ready to plant flowers and all kinds of vegetation. On the garden gate, Ilias put a wooden plate with a name for the stone house engraved on it.
It said Nyssa, which meant “beginning”.
August 2015, Bodrum
ORADA OLMAYAN KADIN
Hep benimle olan üç kadına…
Annem tuhaf bir kadındı. Onu düşündüğümde aklıma ilk gelen iki şey kahkahası ve bana gülümseyerek baktığı zamanlarda gözlerindeki ifade olur. Belki en çok bu hallerini gördüğüm içindir, bilmiyorum.
Her anne kız gibi kavgalarımız oldu elbette, ama aslında hiç gerçekten kavga etmedik. Daha küçük bir çocukken bana kızgın olduğu anlarda, sanki oynadığı bir oyun vardı: Kızgınlığı erteleme oyunu. Çok sık tekrarladığı cümlesi: “Bak şimdi kızıcam ama!” olurdu ve o şimdi sanki gerçekten şimdi değilmiş de az sonra gelecekmiş gibi kaşlarını çatardı. Çok neşeli olmadığında bile benimle tatlı tatlı konuşur, pek çok Türk annesinin üzerlerine bir kere yapıştı mı atamadıkları bir konuşma biçimiyle, beni kastederken o da biz derdi: “Hadi bırakalım elimizden onu, o kırılabilir çünkü.” Yumuşak konuşma tonu kendi annesinden aldığı bir özellikti, ama gerisi ona aitti.
Tuhaf bir kadındı, çünkü örneğin bütün hamileliği boyunca her gün aynanın karşına geçmiş, kendini seyretmişti. Bir yerde duymuş ki hamile kadın kime çok fazla bakarsa çocuk ona benzermiş. Gülünç bile olsa denemeye değer diye düşünmüş olmalı. İşe yaramış…
Bir yanıyla kıvrak ve hızlı, bir yanıyla da dağınık ve uçuşkandı. Düşüncelerini toplamak için kafasına yemeni bağlardı, bere takardı.
Birçok şey yaptı benimle ama sanırım en çok fotoğrafımı çekti. Eline makinayı her alanın aralıksız fotoğraf çekip her yerde paylaştığı bir dünyada tuhaf ve özgün olduğunu düşünmediği hiçbir fotoğrafı sağda solda paylaşmadı. Yalnızca, onda sanatçı gözü olduğunu düşündürecek kareler yarattığına inandıklarını dolaşıma soktu bence. Hiçbir özel ânımız dijital ortamlara düşmedi bizim, ne yaş günleri, ne gezmeler, ne bir şey. Aile fotoğrafımız yok örneğin o ortamlarda. Hepsi sadece evimizdeydi. Sanırım biraz da o yüzden ev tatlı bir yuvaydı benim için.
Şimdi arkadaşlarımın çocukluk anılarını dinlediğimde şaşırıyorum. O kadar ki acaba ben mi çocukluğumu yanlış hatırlıyorum diyorum bazen. Bu kadar mutlu ve güzel olabilir mi insanın çocukluğu? Ama otuz yaşına geldiğimde anladım, her şeyin bir dengesi var hayatta. Kimseye sonsuz mutluluk, kimseye sonsuz üzüntü verilmiyor. Ya az az alıyoruz hepsinden ara ara, ya da çok uzun mutluluklar çok hızlı ya da çok sert acılarla aniden dengeleniyor, sonra tekrar baştan başlıyor. Yoksa insan yaşayamaz bence, ne kendisiyle, ne başkasıyla.
Annem tuhaf kadındı. “Çocuk sevmem ben” derdi mesela. Çocukken de, yetişkinliğinde de bebeklerin üzerlerine atlayan, mıncıklayıp hoplatan, abla gibi onları ellerinden tutup gezdiren küçük kızlardan ve anaç anne tavuklardan olmamış. O tanıdıklarını severdi, onun olanları, onunla olanları, baktıklarını, emek verdiklerini. Ondan duya duya mı öğrendim yoksa kalıtımsal bir şey mi bilmiyorum ama bunu benim de kendimde hissettiğim zamanlar oldu: Özel bir bağ kurduğun birini sevmek duygusu.
Evlendiğimin ikinci yılıydı. Kız kardeşi eşimi evine çağırıp, kendi kızına daha fazla “tahammül edemediğini” bildirdiği gece dayı yeğen ellerinde birkaç parça eşyayla eve geldiler. Annesi evde kalan eşyalarını paketleyip kapıcıya bırakmıştı. Birkaç gün sonra gidip ondan aldık. Hayatı boyunca kendisini annesine sevdirmeye çalışan bir çocuktu. O yüzden bence annesiz, yani kimsesiz bir çocuktu. Annesi onu geri istediğine karar verene kadar yaklaşık beş yıl beraber yaşadık. Örneğin onu kardeşim gibi sevdim. Ablalığıma ihtiyacı olması bir yana, bana da kendi çocukluğumda annemle abla kardeş ya da iki arkadaş gibi yaptığımız onlarca şeyi hatırlattı. Biz de ikimiz battaniyelerin altında oturup film izledik, sinemaya gittik beraber, alışverişe çıktık. Benim annemle ilişkimden farklı olarak ders çalıştırdım ona mesela. O da hep bana sordu nasıl olmuş diye? Okuldan gelince olanları, arkadaşlarını, öğretmenleri anlatırdı, benim anneme anlattığım gibi. Benden farklı olarak bir de annesiyle olan ve onu sürekli yaralayan ilişkisini… Ben de hiç şöyle yap, böyle yap demeden kendim yaparak örnek olmaya çalıştım. İçimden şiddetli üzüntü ve kızgınlık geçmesine rağmen daha fazla zarar görmesin diye sakin akıllar verdim. Ama hep üzülerek, onu havalara uçuran bir annesi yok benim gibi diye.
Annem tuhaf bir kadındı. O odaya girdiğinde oda aydınlanır gibi gelirdi ışığından. Hiçbir şey yapmıyormuş gibi yapardı her şeyi. Evde oturmayı da, ev işini de sevmediğini, gezmeyi, yürümeyi sevdiğini söylerdi hep. Ama yeteri kadar temiz ve zevkle döşenmiş bir evde her akşam yemek masasında olurduk hepimiz. Çok güzel yemek yaptığını söylemeye gerek bile yok tabii. Bundan beş yıl kadar önce astrolojiye düşkün bir arkadaşım, annelerimiz hakkında konuşurken “tabii öyle yapmıştır o bir Yengeç, çevresindeki herkesi bir arada tutan odur” demişti. O zaman aymıştım. Hep sözlerini dinlemişim, yaptıklarını hiç daha geniş açıdan düşünmemişim dedim kendi kendime.
O kadar çok şey var ki hakkında, hakkımızda, beraber yaptığımız, paylaştığımız. Ama bir şey diğerlerine göre çok eksik. Çok fotoğrafım var ama annemle olanlar sayıca diğerlerinden az. Bebekliğimden yirmili yaşlarıma kadar neredeyse her ânım belgelenmiş gibi. Üstelik önemli, büyük anlar olmalarına gerek olmayan anlar daha çok içlerinde. Her birinin bir atmosfer, bir ışık hatta neredeyse doğal bir mizansen yüklenmiş özel fotoğraflar oldukları seçiliyor. Üzerinde emek verilmiş, arı bir estetik zevk var hemen hepsinde. Abartıyor da olabilirim tabii ama en azından bana göre öyle ve annem hepsinde deklanşöre basan el.
Fotoğraflarımız, anlarımız ve anılarımız annemin işi gibi. Küçük bir cümle bu değil mi? Ama bir daha durup okuyun, aslında buraya kadar söylediklerimin içindeki en büyük söz bu. Her şeyi hissettirmeden yapan, yaşama kahkahayı ve güzel bakmayı katan, yansıması bana benzeyen kadın genellikle fotoğrafta olmayan kişi. Yokluğunda benim için bir evren yaratan, hem de yokluğuyla evreni boşaltan kadın, orada olmayan kadın!
Herkes anılarını biriktirir, kimi daha az, kimi daha çok. En kolayı fotoğraflar biriktirmek. Ben hala onları bastırmayı, karşıma koymayı seviyorum. Sanıyorum özlediklerimiz yanımızda olsun diye, unutmamak için ve tekrar edebilmek için öğrendiklerimizi küçük köşeler yaratıyoruz çevremizde, zihnimizdeki çekmeceleri andıran küçük ödüller olarak.
Daha geniş bakabildikten sonra aslında orada kimin olup kimin olmadığı da önemli değil, anladım. Olmayanı görmeyi de öğreniyor insan zamanla.
Moda, 18 Ekim 2015
Sayfa Görseli (detay) / Photo Credit (detail): Sezgi Abalı, 2015